Mekân, toplumsal değerlere ve anlamlara dayalı olan, mekânsal algı ve uygulamaları belirleyen bir toplumsal üründür. Dolayısıyla mekân; saf, apolitik, yansız veya siyasetten arındırılmış bilimsel bir nesne değildir. Aksine mekân, her zaman politik ve stratejik hedeflerin merkezi olmuştur. Kent mekânı, toplumun kendini yeniden üretmesi açısından son derece önemli olmakla beraber, farklı sosyal ve siyasi sistemlerde farklı biçimler alır.
Bu noktada her üretim biçiminin, kendi mekanını üretebileceğini belirtmek gerek. Kapitalist sistemde egemen sınıf olan burjuvazi, mekanları kendi ideolojik görüşleri doğrultusunda inşa eder veya dönüştürür. Mekânın üretim sürecinde yaratılan yeni mekânlar aynı zamanda yeni toplumsal ilişkiler oluşturmaktadır. Tabi sermaye bu üretimi yaparken kent mekânını sadece üretimin yapıldığı bir mekân olarak görmemiştir, aynı zamanda mekânın kendisini alınır-satılır bir rant aracına, yani metaya dönüştürmüştür.
Henri Lefebvre, kenti, birbiri ile ilişkili üç kavramla tanımlar: mekân, günlük hayat ve kapitalist sosyal ilişkilerin yeniden üretimi. Bu perspektife göre kent, üretim ilişkilerinin, insanların gündelik hayat deneyimlerinde yeniden üretildiği bir küresel, mekânsal bağlam olarak ifade edilmektedir. Kapitalist sosyal ilişkiler, mekânın günlük kullanımı içinde yeniden üretilmektedir. Yaşanılan mekân, sadece sosyal hayatın geçtiği edilgen bir sahne değil, aynı zamanda sosyal hayatın tamamlayıcı bir unsuru temsil etmektedir. Bu nedenle, sosyal ilişkiler ve yaşanılan mekân günlük hayatta kaçınılmaz bir şekilde birbirine bağlıdır.
Son zamanlarda Marksistlerin ve özellikle de Henri Lefebvre’nin kentin yapısını, işleyişini analiz ederken pek çok kez kullandığı bir kavram var: Kent hakkı.
‘’Kent hakkı kavramı, basit bir ziyaret ya da geleneksel şehirlere geri dönme hakkı olarak değil, dönüşmüş, yenilenmiş kentsel yaşam hakkı olarak formüle edilebilir. Burada kilit nokta ise, kullanım değeri-değişim değeri ile paralel bir şekilde sahiplenme-tahakküm kavramları arasındaki geçişin kent hakkı için hayati olmasıdır. Söz konusu değişim, toplumsal düzlemde “kent toplumu”na geçişin bir ifadesidir aynı zamanda.’’ (Henri Lefebvre)
Kent hakkı, en basit tanımıyla, bir kentte yaşayan bireylerin kendi gündelik hayatları dahilinde kenti dönüştürebilmesi ve yeni mekanlar yaratabilmesidir. Kent hakkı kavramı, egemenlerin mekanları kendi ihtiyaçları doğrultusunda inşa etme ve örgütleme faaliyetine karşı yoksulların, ezilenlerin ya da madunların kentte insanca yaşam hakkına sahip olduğunu vurgular. Dolayısıyla bu kavram, ezilenler açısından son derece meşru bir haktır. Kuşkusuz ki bu hak çoğunlukla isyan, direniş ve başkaldırıyı meydana getirir. James Holston bu yüzden günümüz kentini bir savaş alanı olarak görür; yoksul/yoksun sınıfların sosyal hareketliliği vatandaşlığı resmi tanımından çıkarıp genişletirken, yurttaşlık hakları ve “kendi kendini yönetme”nin yeni şekilleri için kaynak yaratmış olur.

‘’Olay, olur; gelmektedir, eli kulağındadır; beklenmezken beklenip asla gelmeyen godot’dur, mesihtir, gelir ve geçer, ‘’yıldızın parladığı an’’dır, ‘’son bakışta aşk’’tır, eylemdir. Gelir, ama geldiği bilinmez, bilinemez, hissedilir, sezilir, geldiğinde muhteşemliğiyle -yaşayanlarda, belleklerde, bilinçte, ruhta, tarihte- iz bırakıp gider. Yeterliliği, yetkinliği bundandır.’’ (Işık Ergüden)
2013 yılının Haziran ayında Gezi ayaklanması meydana gelmişti. Bu ayaklanma gerek Türkiye’de gerekse de dünyada çok ses getirmişti. Her kitle mücadelesinde olduğu gibi, Gezi’yi de meydana getiren çeşitli faktörler vardı. Asıl odaklanmamız gereken kısım da tam olarak burasıdır kanımca. Öncelikle, Gezi’yi, AKP’nin 2002-2013 yılları arasında uyguladığı neo-liberal politikaların doğurduğu yıkımsal sonuçların ve halkın geniş kesimlerinin –‘kendiliğindenci’ özelliğe sahip olarak- inşa ettiği bir sürecin eşliğinde okumak daha doğru ve verimli olacaktır.
Gezi ayaklanması, AKP’nin; hukuku -Selçuk Kozağaçlı’nın deyimiyle- ‘’helvadan puta’’ dönüştürmesinin, çevreyi ranta açmasının ve talana göz yummasının, kadınların ‘toplumsal ahlak’ kavramı çerçevesinde itaatkarlaştırılmaya çalışmasının ve erkek şiddetini normalleştirmesinin/meşrulaştırmasının, LGBTİ+ bireylerin ‘sapkın’ olarak görmesinin, demokratik mücadele kanallarını günden güne kapatmasının ve baskınları arttırmasının (vb…) bir sonucudur.
‘’Eylem; öngörüsüz, plansız, kendi içinde ve kendi başına bir bilinç ve özne olan eylem. İzini tek tek kişilerde, yan yana durabilmiş, sürekli değişen, değişebilen, oynak ve esnek birlikteliklerde görebileceğimiz, hareketin içinde biçimlenen, hareketle birlikte oluşan ve dağılan örgüt olmayan örgütlerde –‘’ortak hiçbir şeyi olmayanların örgütü’nde- bulacağımız olay. Unutulmaz ve görkemli olan, anlamını ve kaydını -belki- çok sonra bulacaktır.’’ (Işık Ergüden)

Marks, insanların geçmişten miras kalan koşullar içinde kendi tarihlerini yaptığını söyler. İşte bu bağlamda Gezi, halkın kendi sorunlarına sahip çıkmak üzere harekete geçmesidir; sürecin öznesi olup, kendi eylemiyle kendi tarihini yazmasıdır; kendinde bilinç aşamasından kendisi için bilinç aşamasına geçmesidir. Gezi’nin birlikteliğini çeşitli açılardan değerlendirmek mümkün. Gezi, ezilenlerin en geniş bağlamlı birleşik mücadelesinin somut bir ifadesidir. Aynı zamanda Gezi, Taksim ile Diyarbakır’ın (Amed’in) birbirine yakınlaşmasıdır. Kürt sorununun, kadın sorununun, inanç sorununun, doğa ve insan mücadelesinin emekçi başlığı altında toplanması ve daha da önemlisi tüm ezilenlerin aynı barikatta yoldaşlaşmasıdır.
Sonuç Yerine
Harvey , ‘’Kentsel mekan mücadeleleri neden önemlidir?’’ adlı makalesinin bir bölümünde şöyle der: ‘’Hemen şimdi, tüm kenti nasıl politik olarak anti-kapitalist bir proje etrafında organize edeceğimizi düşünmemiz gerekir. Bir anti-kapitalist kent projesinin ürün vermesi oldukça uzun bir zaman alacaktır. Başka türde bir kent ve başka türde bir kentleşme için daha uzun vadeli bir stratejiye ihtiyacımız olacaktır. Bunu yapmak için önce bunu yapacak olan politik iradeyi büyütmeliyiz ve bunu yapmak için politik zorunluluk algısını elde etmeliyiz.’’
Gün geçtikçe derinleşen ekonomik eşitsizlikler ve sosyal adaletsizlik, etnik ve toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılık, “mekanın soyutlaşması” ile birleşince farklı gruplar ve topluluklar arası bir koalisyonu gerekli kılıyor. Bu koalisyon ihtiyacı aynı zamanda birleşik mücadele ile paralel bir nitelik taşıyor.
“Yaşayacak evlerimiz, buluşacak yerlerimiz olmadan ne gerçek demokrasi ne de kayda değer yeni bir toplum olabilir.” [15M Açıklaması]
Kaynakça:
1-) Asi Şehirler, David Harvey, Metis Yayınları, Çeviri: Ayşe Deniz Temiz
2-) Mekan Meselesi, Editör/Çeviri: Soner Torlak ve Önder Kulak, Tekin Yayınevi
3-) Direnişi Düşünmek, Monokl Yayınları, Çeviri: Murat Erşen, İlksen Mavituna, Ebru Alp, Ahmet Soysal, Rasim Emirosmanoğlu ve Gizem Çıtak
4-) http://ayrintidergi.com.tr/kent-oldu-yasasin-kent-2011-isyanlari-isiginda-neoliberalizm-kentsel-donusum-ve-otonomi/