Etkinlik RaporlarıSenaryo Atölyesi Raporu: "Neyin çelişkisini yaşıyorsak hikayelerde de onu...

Senaryo Atölyesi Raporu: “Neyin çelişkisini yaşıyorsak hikayelerde de onu yazıyoruz.”

Yedi hafta boyunca sürecek, Kent Enstitüleri Sinema Okulu serüveninin ilk adımını geçtiğimiz haftasonu senarist Eylem Canpolat ve Sema Ergenekon ile “Senaryo Atölyesi” ile attık.

Yedi hafta boyunca planladıklarımızdan ve bu süreci tamamladıktan sonra hayalini kurduğumuz üretim sürecinden kısaca bahsettikten sonra sözü, Eylem Canpolat ve Sema Ergenekon’a bıraktık.

Kendilerinin tanıtarak açılışı yaptıktan sonra, yazmaya hikayelerinden ve bu hikayenin nasıl başladığından bahsettiler. Sonrasında ise dizi sektörünün içinde bulunduğu durum ve çıkmazlar hakkında konuştuk. 

Canpolat ve Ergenekon yazarlık hayatları boyunca tek bir türde sınırlı kalmadıklarını, bir çok türde senaryo kaleme aldıklarını anlattı. Bunun temel sebebinin ise dizi senaryolarında belirleyici faktörün izleyicilerin duygu durumu olduğunu öğrendik. Türkiye’de de bu sürekli bir değişim anlamına geldiğinden dolayı yazılan senaryoların türlerinin sürekli bir değişim içerisinde söylediler. Dizi sektörü ticari bir sektör olduğundan kaynaklı yazmadan önce kendimize “Ne yazsam izlenir?” sorusunu sormamızın önemli olduğunu eklediler.

Tıpkı düşünüldüğü gibi yapım şirketlerinin ve kanalların kısıtlayıcı etkisini anlattılar. Örneğin; siyasi karakter yazılması durumunda yapım şirketi de kanal da doğrudan bir eleme yoluna gidiyormuş. Yapım kanalları ve kanalların cesaretsizliğinden dolayı içeriğin genişlemediğini ve gelişmediğini söyleyen Canpolat ve Ergenekon aslında bu durumun, “Neden diziler hep aynı?” sorusunun da çok açıktan bir cevabı olduğunu belirtti.

Ayrıca Türkiye’de dizilerin ikiye ayrılmış olduğunu söylediler; kadın dizileri ve erkek dizileri. Erkek dizileri genellikle mafya temasının ağırlıklı kullanıldığı diziler oluyor.

Son olarak “Her şeyi anlatabilirsiniz ama hep aile içinde kalmalı. Örneğin cinayet hikayesi anlatabilirsiniz ama polisiye kısmını asla anlatamazsınız. Eğer Palu ailesi gibi bir hikaye yazmış olsaydık kimse almazdı.”  diyerek senaryo yazımının genel hatlarından bahsetmeye başladık.

Senaryonun yazım aşamalarında bahsederken konuştuğumuz ilk şey, senaryonun sandığımız kadar da öznel bir şey olmadığı oldu. Süreç Eylem Canpolat ve Sema Ergenekon açısında başlarken her seferinde “Biz ne anlatmak istiyoruz?” diye sormaları ile ilerliyormuş. Karakterin yolculuğunu bu şekilde belirliyorlarmış. Bu soru tema seçimi için oldukça kritikmiş. Sonraki aşama ise bölüm sayısını belirlemek… Çünkü bu noktada yine yapımcılar ve kanallar devreye giriyor. Hikaye ne kadar ürer sorusunun cevabı yapımcılar için çok önemli.

Senaryo yazımı hakkında konuşmaya devam ederken konu elbette “Kötü adam ölürse dizi biter.” cümlesine geliyor. Hangi yapımcıya giderseniz gidin ilk sorusu şu oluyormuş; “Bu dizinin kötüsü kim?” Fakat bu klişenin en yakıcı tarafı, kötüleri sürekli olarak dışsal çatışmalarla aktarmak zorunda kalmanız. “Biz mesela hiç bir zaman alevi-sunni çatışması içeren bir hikaye anlatamayacağız. Karakterleri belirlerken hep dışsal temalar seçmek sorundasınız.” diyor Canpolat ve Ergenekon. Fakat asla da umutsuzluğu kapılmıyorlar ve “Anlatmak istediğiniz şeyi tüm bunlara rağmen yine de anlatabilirsiniz. Mücadeleye devam!” diye ekliyorlar.

Senaryo yazımının elbette en önemli noktası karakter yazımı. Katılımcılarımız prensip olarak her ana karakterlerinin geçmişini yazıyorlarmış. Bu geçmişleri de psikolojik bir okuma ile yapıyorlarmış. “O karakter doğduğunda, o kişi olduğunda dünyada neler oluyordu?” çıkış soruları oluyormuş. Ama tabii ki yapımcıların yarattığı kabuslar bu noktada da baş gösteriyor. “Biz 50-60 sayfalık karakter dosyası hazırlayıp yolluyoruz, yapımcılar ise “Biz bunu ne yapacağız?” “Ben okurken çok sıkıldım.” diyorlar ama güzel bir hikayenin şartı bu.” sözleri ile bu kabus ile de bir şekilde baş ettiklerini anlatıyorlar. 

Hikayenin önemli unsurlarından bir diğeri ise sırlarmış. Bunu “İnsanlar kolay değişmiyorlar, dizide de bu böyle olmalı. Karakterin tutarlılığı burada önemli.” şeklinde açıklıyorlar. Karakter oluşumunu incelemeye ana karakterlerin birbiri ile olan ilişkisi üzerinden devam ediyoruz. Ana karakterlerin birbirine olabildiğince zıt olması gerekiyormuş. Aynı zamanda da ikisinin bir birini değiştirebilecekleri bir gerçeklik düzleminin bulunması gerektiğini öğreniyoruz. Ayrıca kötünün yanında başka kötülerin olmasının da değişimin anti-tezinin devamlılığı adına çok büyük bir önemi varmış. Karakterlerin motivasyonları hikayeyi sürükleyici kılıyormuş dolayısıyla da ana karakterlerin motivasyonları ya değişmeli ya da daha yüksek bir motivasyona evrilmeliymiş. Hikayeye macera katan şeyin bu motivasyonların tutarlılığı olduğunu öğreniyoruz. 

Senaryo yazımı hakkındaki sohbetimize, dizi yazarken finali bilmemiz gerektiğini öğrenerek devam ediyoruz. Belirlenen finale göre 70 bölümlük bir çizelge çıkarılması, sonra da bu çizelgenin 5’er bölümlük kolonlara bölünmesi gerektiğini anlatıyor Canpolat ve Ergenekon. Bunun yapılması durumunda zaten hikayenin başından, sonunun görüleceğini söylüyorlar.

Senaryo ile ilgili teknik konulara dair olan sohbetimiz bittikten sonra atölyemize kısa bir ara veriyoruz ve soru cevap bölümü ile devam ediyoruz. 

Sorulan öncelikli sorulardan biri, sektörde cinsiyetçi ve eril bir tutumun olup olmadığı, bir kadın olarak sektörde var olmanın ne gibi zorlukları olduğu oluyor. Bu soruya verilen cevabı derlemek gerekirse; Evet, sektör kadın bir sektör değil, kesinlikle erkek bir sektör. Senaryo kısmına odaklandığımız zaman ise kadınlar daha duygusal olduğu için iyi yazıyor şeklinde cinsiyetçi bir ön yargı ile karşılaşıyoruz. Bunun dışında Canpolat’da Ergenekon’da aynı zamanda birer anne olarak zamansal anlamda zorlandıklarını dile getiriyorlar.

Yazdıkları senaryolarda oluşturdukları karakteri dilinden, davranış biçimlerine kadar nasıl bir tipolojiye oturttukları sorulunca ise şu cevabı alıyoruz; “Biz kendi evrenimizdeki insanlar nasıl konuşuyorsa hikayemizde de onları öyle konuşturuyoruz. Sabit kabullerle hareket etmiyoruz. Mesela Sıla diye bir dizi yazdık. Mardin’de kimse öyle konuşmuyordu. Bir ağa yazdık; adam güvercin besliyor, şiir okuyordu. Ağaydı ama sisteme karşıydı. 

Sorulan sorularla birlikte konu internet diziciliğine geliyor. Sema Ergenekon da Eylem Canpolat da internet dizileri arasında yer alan 01 dizisine dikkat çekerek, diziyi çok başarılı bulduklarını ve yazım, yönetim, yaratım aşamasında yer alan gençlerin önlerinin çok açık olduğunu dile getirirken aslında herkesin dizi yapabileceğini, herkesin kendi hikayesini anlatabileceğini belirtiyorlar. Fakat bir yandan, “İnternet platformlarında siyasal anlamda muhalefet etme fırsatı daha çok mu bilmiyoruz çünkü henüz kimse bunu denemedi. Biz izlediğimizde gördüğümüz şey seks, uyuşturucu, alkol, sigara. Özgürlüğünü ifade etmek, farklı işler yapmak bu mu yani? Bizce değil.” sözleri ile internet dizilerine karşı olan haklı kızgınlıklarını da öğrenmiş oluyoruz. Ayrıca bir çoğumuzun yeni öğrendiği bir bilgi daha, Netflix dizileri yayınlarken kullanıcının bulunduğu ülkenin yayıncılık kurallarını gözeterek yayınlıyormuş. Yani aslında Netflix üzerinden izlediğimiz dizler yapımların orijinal hallerini içermiyor. Bazı sahneler kesilmiş oluyor. Farklı internet siteleri/platformları üzerinden aynı dizileri izlediğimiz zaman farkı görebiliyoruz. Özgür bir platform olarak lanse edilen Netflix’in zorunlu olmadığı halde otosansür uyguluyor oluşu bizleri hem şaşırttı hem de hayal kırıklığına uğrattı.

Kendi yazım süreçleri üzerine gelen çeşitli sorulara verdikleri cevaplardan öğreniyoruz ki ikilinin yaşadığı en büyük ızdıraplardan biri de siyasetin ve dinin etkisini anlatamamak. Bu noktada dizi zaten RTÜK engeline takılmadan çok önce yapımcı ve kanal engeline takılıyor.

Hikayeleri yazarken nereden ilham aldıkları sorulduğunda ise cevapları çok net. “Hikayeleri yazarken sonradan fark ettik ki hayatımızda ne gündemdeyse neyin çelişkisini yaşıyorsak hikayelerde de onu yazıyoruz.” Ayrıca daha önceden yazdıkları dizilerden ve karakterlerden bile kopya çekmeye çekindiklerini de anlatıyorlar, geçtik dış yapım dizilerden kopya çekmeyi.

Mesleklerini icraa ederken ki ilkelerinden biri de sahip oldukları gücü suistimal etmemek ve bu gücü iyiliği insanlara iletmek için kullanmak. Çünkü biliyorlar ki her hafta 10 milyon insanın evine giriyorlar. İnsanlar onların cümlelerini dinliyorlar. Bu da onlara kocaman bir güç veriyor.

Karakterler hakkında sorular sorulmaya devam ediliyor. Karakter yaratmak konusunda tamamen özgür olduğumuzu söylüyorlar. Bunu ise şöyle açıklıyorlar; psikoloji çok iyi bir yardımcı. Size altı karakter kalıbı veriyor fakat siz bu kalıpları bir birine karıştırarak farklı kombinasyonlarla öyle bir karakter yaratırsınız ki asla klişe olmaz. Örneklemesini ise Harry Potter ve Yumurcak üzerinden yapıyorlar. Her iki hikaye de bir birinden alabildiğine farklı görünüyor fakat temel de baktığımız zaman her iki karakter de özünde aynı; kimsesiz, yetenekleri var, ezilenlerle arkadaşlar ve düşmanları var. Aslında hikaye özünde aynı ve klişe ama bir o kadar da farklı ve özgün. Benzer şekilde filmlerdeki ve dizilerdeki karakterleri eleştirirken de bir ön yargıya kapıldığımız aşikar. Örneğin, Recep İvedik karakteri. Konuyu “Bu karaktere sadece “ıyy” deyip geçmek mümkün değil. Bu kadar sevilmesinin bir nedeni olmalı.İnsanların ezilmişliklerini hem gösterip hem de ezilmesine kendi kabalığı ile karşı çıkıyor ve insanlar bunu seviyor” sözleri ile.açıklıyorlar.

Diyalogları nasıl ve neye göre yazdıkları soruluyor. Sinema ve dizi arasındaki temel farklardan birine değinerek cevaplamaya başlıyorlar.Sinema görsellik üzerine kurulu bir işken dizi konuşma üzerine kurulu bir iştir. Çünkü sinema gibi görsellerle hikayeyi anlatacak bir zaman yok. Zaten haftada 140 dakika çekmek zorundasınız. Elbette film gibi çekilen diziler var. Fakat yılda sadece 10 bölüm yayınlanan diziler bunlar genelde. Süreleri ise bir saatle sınırlı kalıyor. Zaten tek bir bölümü çekmek için ekibin önünde bir buçuk, iki ay gibi bir süre oluyor. Zaten sanılanın aksine, Türkiye’de sektörün dünyadan bu kadar geri de olmasının sebebi de teknik yetersizlikler değil. Teknik anlamda ya da ekipman anlamında bir eksik yok. Fakat süre problemimiz var. 5 gün içerisinde 140 dakikalık bir bölüm çekmek zorundasınız. Montaj için geriye kalan süre çok daha az. Yoksa elbette biz de greenbox kullanarak çekilecek sahneler yazmak istiyoruz, efekt kullanmak istiyoruz. Fakat ne yazık ki bu sebeplerden ötürü mümkün olmuyor. Dolayısıyla elinizde diyalog kalıyor. Keza izleyici de genelde duyarak anlamayı tercih ediyor. Çünkü diziyi izlerken aynı zamanda bir sürü iş yapabilmeyi de istiyor. Arka planda ise diyalogları duyarak orayı da kaçırmamak istiyor. Ayrıca, sahneleri tek odaklı kurduklarını ve sahne diyaloglarının sahnenin elektriğini taşıması gerektiğini öğreniyoruz. Temelde zaten karakterleri kuran da bu diyaloglardır, diyaloglarınız ne kadar özgünse karakterleriniz de o kadar özgün olur diyerek devam ediyorlar. Yeni başlayanlar için diyalog yazımı üzerine bir önerileri var; bol bol tiyatro metni okumaları. Bunun çok ciddi bir avantajı oluyormuş. 

Duygu ile mi düşünce ile mi yazdıkları sorulunca yine cevapları oldukça net; “Duygu olmadan yani sadece düşünceyle bir dizi yapmak isterseniz o dünyanın en sıkıcı şeyi olur. Derdimiz ‘sadece duygulara hitap etsin hiç düşündürmesin’ tabii ki değil. Eğer bir temanız varsa kesinlikle hikayenizin bir fikri vardır.”

Ve son soru olarak, ayrı ayrı bir hayallerinin olup olmadığını soruluyor. Konuyla alakalı olmasa da son derece iştah açıcı bir şey öğreniyoruz, Sema Ergenekon’un kendisi adına hayallerinden biri, bir mezeci açmakmış. Umarız bu hayalini gerçekleştirir. 

Mesleki anlamda her ikisi de bir birlerinden bağımsız bir iş yapmayacaklarını ve yapmak da istemediklerini söylüyorlar. Dolayısıyla bu noktada hayalleri de ortak; “Biz mesela öyle bir sinema filmi yazmak istiyoruz ki hem sanatsal olsun hem de iyi gişe yapsın. En büyük hayalimiz bu..” 

Böylelikle atölyemizi de sonlandırmış oluyoruz. Kent Enstitülerine gelen davetlilere de ilettiğimiz gibi, Kent Enstitüleri Sinema Okulları, Yedi hafta boyunca devam ediyor olacak. Bu haftasonu, cumartesi günü saat 16.00’da ise, İlkay Nişancı’nın katılımcı olacağı Kurgu Atölyesi ile yolumuza devam edeceğiz.

Son eklenenler

“PARÇA PARÇA BÖLÜNEREK SATILMASINA…”: 19. Yüzyıldan Bugüne Parselasyon ve Kentleşme

19.yüzyıl Osmanlı coğrafyasında kapitalizmin mülkiyet ilişkilerinin dönüşümü açısından önemli bir eşiktir. Tanzimat Fermanı ile özel mülkiyete yapılan vurgu sonrasındaki...

LİMAN’A YANAŞMAK: Deniz ticareti altyapı ağı olarak 19.yüzyıldaki deniz feneri inşaat hareketleri (Esra Nalbant-Binghamton Üniversitesi, Altyapı Tarihi)

Grundrisse'de Marx, "sermayenin dolaşımı aynı zamanda onun oluşumu, büyümesi açısından yaşamsal sürecidir" diyor. Bu dolaşım, ürünün bir dağıtım sistemi...

GERİ DÖNMEMEYE YEMİN ETTİLER: Osmanlı’da Transatlantik Göç ve Göçmen Veritabanı İnşasında Fotoğrafın Kullanımı (Hazal Özdemir – Northwestern Üniversitesi, Tarih Doktora Adayı)

1896-1908 arasında Osmanlı Ermenileri Amerika’da artan iş olanakları ve doğu vilayetlerindeki ekonomik sıkıntılar sebebiyle imparatorluktan ayrılırken II. Abdülhamid hükûmeti...

İSTANBUL’A AŞAĞIDAN VE UZAKTAN BAKMAK: Kentleşmenin Çeperi ve Altyapısı

Bu konuşma, on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı imparatorluğu ölçeğinde modern, kozmopolit bir istisna mekânı olarak ortaya çıkan Pera’nın ekolojik ve...

Cinsiyetçilik erkekleri de öldürür (mü?) – Nil Karasu

Bu yıl Cannes’dan Altın Palmiye ödülüyle dönen Justin Triet imzalı “Bir Düşüşün Anatomisi” filmi üzerine bu yazı. İzlemeyenler için...

Felsefe ve sinema atölyelerimiz başlıyor

Adana Kent Enstitüleri bünyesinde daha önce gerçekleştirdiğimiz dört haftalık film gösterimi ve söyleşilerini geçen haftalarda bitirdik. Bu süre zarfında...