Derlemeler ve YazılarKentsel Gıda Krizinin Temelleri: Gıda Hakkı ve Kentte Örgütlenme...

Kentsel Gıda Krizinin Temelleri: Gıda Hakkı ve Kentte Örgütlenme I – Umut Kocagöz

İnsanların yaşamlarına devam etmesi için gerekli olan en temel şeylerden biri olan gıda, temel bir varsayımda bulunmayı gerektiriyor: insanlar çevresel, fiziksel, ruhsal ve zihinsel olarak sağlıklı yaşamalıdır ve bunun için de sağlıklı gıdaya erişebilmelidir.

Sağlıklı gıdaya herkesin erişebilmesi gerektiğini kabul ettiğimizde, gıdayı bir hak olarak tanımlamış oluruz. Sağlıklı gıda, besleyicidir; vücuda zarar vermez, insanın ihtiyaçlarını karşılar. Çeşitli türde bağımlılıklara veya hastalıklara yol açmaz. Gıda bir haktır ve gıdadan bahsettiğimiz zaman aslında sağlıklı, besleyici gıdayı kastederiz. Karın doyurmak için değil, beslenmek için gıda.

Sağlıklı, besleyici gıda temel bir insan hakkı olsa da, gıdaya erişim bir mücadele konusudur. Bunu anlamak için, gıdaya nasıl ulaştığımıza bakabiliriz. Kentte yaşayan büyük çoğunluğumuz, kullandığımız bütün gıda ürünlerini satın almak zorundayız. Satın alma işlemini yaptığımız çeşiti kanallar bulunur:

  • zincir mağazalar
  • semt çarşısı, küçük esnaf
  • yerel bakkal ve marketler
  • semt pazarları
  • organik pazarlar
  • kooperatifler
  • internet siteleri
  • instagram hesapları
  • gıda toplulukları
  • restoranlarda yiyerek
  • iş yerinde yiyerek
  • birlikte yaşadığımız kişilerin sorumluluğunda

Bu çeşitliliğin pek çok sebebi bulunabilir. Bunların başında, elbette alınan ürünün fiyatı ve güvenirliği gelir. Bunların yanında, besleyiciliği, lezzeti, adil olup olmadığı, hayvansal ürün olup olmadığı gibi hususlar da yer alabilir.

Salt karın doyurmak için besleyici olmayan gıdalara yönelmek en yaygın davranıştır. Alım gücü düştükçe, tercih edilen gıda ürünlerinin besleyiciliğinden ziyade miktarına bakar hale geliriz. Daha yüksek miktarda ürünü daha düşük fiyata bizlere sunabilen satıcılar, gıdanın alınıp satılmasında başat rol oynayan tarım-gıda şirketleridir ve mevcut sistemin kazananlarıdırlar.

Tarım-gıda şirket kompleksi

Türkiye’de gıdanın metalaşması süreci ve mevcut gıda rejiminin bir tarihi vardır. Bu tarihin oluşumunda bazı önemli olaylardan bahsedebiliriz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, özellikle Marshall yardımları vesileyle, dünyada “yeşil devrim” olarak adlandırılan “endüstriyel tarımın yerleşmesi” süreci önemli olaylardan biridir. Böylece, Türkiye tarımında makineleşme süreci hızlanmış, zehirli-kimyasal gübre ve ilaca, hibrit-endüstriyel tohuma geçiş süreçleri derinleşmiştir. “Kitlesel açlığa çözüm bulmak”, “büyük nüfus kitlelerini beslemek” gibi ideolojik argümanlarla desteklenen bu süreç esas olarak küçük ölçekli-kendine yeten üretim yapan köylünün piyasa içerisine çekilmesi; tarımda (ilaç, gübre, tohum ve pazarlama gibi) şirketlere bağımlılığın derinleşmesi, yaygınlaşan kırsal işsizlikle birlikte nüfusun kente göçmesi ve ucuz işgücü olarak kent yoksulluğunun derinleşmesi gibi çeşitli sonuçları olmuştur.

1980’lerde başlayan neoliberalleşme süreciyle birlikte devlet denetimindeki bir takım yapının özelleştirilmesi ve/ya tasfiyesi, 90’larda tarımsal ürünlerin uluslararası ticaretinin serbestleşmesi, çiftçi destekleme politikalarında dönüşümler yaşanması, 2000’lerdeyse IMF ve Dünya Bankası’nın “uyum-reform paketi” uyarınca, neoliberalleşmeyle başlayan sürecin doruk noktasına ulaşması gibi süreçler gözlemlenebilir.

Tüm bu süreç içerisinde tarımsal yapıda, kırda, köylülükte ve dolayısıyla kentte yaşanan dönüşüm, tarım-gıda sistemini “şirketleşme-süpermarketleşme” olgusuyla baş başa bırakmıştır. Tarladan çatala, üretim araçları, üretim süreçleri, dağıtım ve pazarlama süreçleri başta büyük şirketler-süpermarket zincirleri olmak üzere, şirket tipi işletmelerin, tekellerin, kâr amacıyla işleyen şirket mantığının egemenliğinde yeniden şekillenmiştir. Dolayısıyla, tarım-gıda sisteminde metalaşma-piyasalaşma süreçleri, şirket tarım-gıda kompleksinin inşa edilmesiyle şekillenmiştir.

Bu durum, üretimin büyük çoğunluğunu gerçekleştiren küçük çiftçilere ya “şirketleşmeyi” ve şirket mantığının boyunduruğu altında üretim yapmayı, ya da tarımı terk etmeyi zorunlu bırakmaktadır. Aynı zamanda bu durum, tarımsal destekleme sisteminin uluslararası pazarın ihtiyaçlarına bağlı olarak revize edilmesinin; popülist bir siyasal araç olarak kullanılmasının; ürün fiyatlarının küresel piyasayı kontrol eden şirketler tarafından belirlenmesinin, tarıma yönelik kamu kaynaklarının da bu şirket mantığına göre kullanılmasının yolunu açmıştır.

Bu sonuçların bizim açımızdan şöyle bir önemi var:

  • şirketleşen ve daha çok kâr alanının içine çekilen gıda, daha çok kirleniyor; fiyatlarda istikrarsızlık artıyor; yoksullar daha kötü ürünlere mecbur kalıyor; iyi üretim yapan çiftiler ya çiftçilikten kopuyor, ya da piyasalaşmayı kendi lehlerine bir fırsata çevirerek “organik” “girişimci” çiftçi oluyorlar. Böylece çiftçilik, “halk için gıda üretme” olgusundan “piyasada rekabet” olgusuna bir dönüşüm yaşıyor.
  • sağlıklı gıdaya erişim giderek ticarileşiyor; piyasa dinamiklerine bağımlı hale geliyor; üretim sürecinde özgür olması gereken çiftçi, devlet-şirket-yerel yönetim ekseninde boyunduruk altına alınıyor. Tüketicilerin gıda erişim seçenekleri azalıyor, tekelleşiyor. Tarladan tüketiciye giden tedarik sürecini kontrol eden şirketler, gıda-tarım sisteminin hakimi haline geliyor.

Bu durumda şirket-gıda kompleksini kısaca özetlemek gerekirse, şöyle bir tabloyla karşı karşıyayız:

– Soframıza gelen ürünlerin çoğunu şirketler üretiyor.

– Soframıza gelen ürünlerin çoğu zehir içeriyor.

– Soframıza gelen ürünler, çiftçilerin kazanmasına değil, şirketlerin ve başka tedarikçi aktörlerin kazanmasına vesile oluyor.

– Zehirsiz, sömürü olmadan kendi emeği ile geçinen çiftçi sayısı çok az ve giderek azalıyor.

– Kırsal üretimi büyük oranda ücretli-mevsimlik işçiler gerçekleştiriyor.

– Köy olgusu dönüşüm geçiriyor, köydeki toplumsal ilişkiler çözülüyor ve piyasa ilişkilerine bağlanıyor.

– Kırsal mekan, tarımsal üretimle tanımlanmak yerine girişimcilik, turizm, maden, yol, enerji gibi farklı sektörlerin mekanı haline geliyor.

– Kır tasfiye oldukça, köyden-aileden kente ürün tedarik etme pratikleri azalıyor.

– Gıda fiyatları artıyor. Kamu denetimi ve düzenlemesi olmadığı için yoksulların erişimi zorlaşırken şirketlerin kârı artıyor.

– Herkese tek çeşit beslenme rejimi dayatılıyor.

– Tedarik ağı güçlü zincir mağazalar, ülkenin her yerinde aynı ürünleri satarak hakim pazarlama gücünü oluşturuyor.

Bu tabloyu genişletmek elbette ki mümkün. İçinde yaşadığımız tarım-gıda rejiminin temel dinamikleri, güncel kapitalist toplumun temel dinamikleriyle örtüşüyor ve ona göre şekil alıyor. Dönüşen bu sistem karşısında mücadele araçlarını ve olanaklarını geliştirmek için ne yapmak gerektiği sorusu giderek daha önem kazanıyor.

Bu yazı 21 Şubat 2021 tarihinde Kent Enstitüleri tarafından çevrimiçi düzenlenen Gıda Hakkı ve Kentte Örgütlenme” başlıklı etkinlikte yapılan sunumun gözden geçirilerek yayınlanmış birinci yazısıdır.

Son eklenenler

“PARÇA PARÇA BÖLÜNEREK SATILMASINA…”: 19. Yüzyıldan Bugüne Parselasyon ve Kentleşme

19.yüzyıl Osmanlı coğrafyasında kapitalizmin mülkiyet ilişkilerinin dönüşümü açısından önemli bir eşiktir. Tanzimat Fermanı ile özel mülkiyete yapılan vurgu sonrasındaki...

LİMAN’A YANAŞMAK: Deniz ticareti altyapı ağı olarak 19.yüzyıldaki deniz feneri inşaat hareketleri (Esra Nalbant-Binghamton Üniversitesi, Altyapı Tarihi)

Grundrisse'de Marx, "sermayenin dolaşımı aynı zamanda onun oluşumu, büyümesi açısından yaşamsal sürecidir" diyor. Bu dolaşım, ürünün bir dağıtım sistemi...

GERİ DÖNMEMEYE YEMİN ETTİLER: Osmanlı’da Transatlantik Göç ve Göçmen Veritabanı İnşasında Fotoğrafın Kullanımı (Hazal Özdemir – Northwestern Üniversitesi, Tarih Doktora Adayı)

1896-1908 arasında Osmanlı Ermenileri Amerika’da artan iş olanakları ve doğu vilayetlerindeki ekonomik sıkıntılar sebebiyle imparatorluktan ayrılırken II. Abdülhamid hükûmeti...

İSTANBUL’A AŞAĞIDAN VE UZAKTAN BAKMAK: Kentleşmenin Çeperi ve Altyapısı

Bu konuşma, on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı imparatorluğu ölçeğinde modern, kozmopolit bir istisna mekânı olarak ortaya çıkan Pera’nın ekolojik ve...

Cinsiyetçilik erkekleri de öldürür (mü?) – Nil Karasu

Bu yıl Cannes’dan Altın Palmiye ödülüyle dönen Justin Triet imzalı “Bir Düşüşün Anatomisi” filmi üzerine bu yazı. İzlemeyenler için...

Felsefe ve sinema atölyelerimiz başlıyor

Adana Kent Enstitüleri bünyesinde daha önce gerçekleştirdiğimiz dört haftalık film gösterimi ve söyleşilerini geçen haftalarda bitirdik. Bu süre zarfında...