Derlemeler ve YazılarKentsel Gıda Krizinin Temelleri: Gıda Hakkı ve Kentte Örgütlenme...

Kentsel Gıda Krizinin Temelleri: Gıda Hakkı ve Kentte Örgütlenme II – Umut Kocagöz

“Kentsel Gıda Krizinin Temelleri: Gıda Hakkı ve Kentte Örgütlenme” yazı serisinin ilk yazısına buradan ulaşabilirsiniz.

2000’ler itibariyle gıda hakkını gerçekleştirmeye yönelik çeşitli inisiyatiflerden bahsetmek mümkün. Çiftçilerin haklarını savunmak ve gıda egemenliğini tesis etmek üzere çiftçi sendikalarının kurulması; GDO vb. süreçler karşısında platformların oluşturulması; halk sağlığı ve/ya ekoloji perspektifiyle girişilen çeşitli türde farkındalık ve savunuculuk pratikleri bunların önemli kesimlerini oluşturuyor.

2010’lar itibariyleyse, kentlerde “gıda tedariği” odaklı gıda inisiyatiflerinin ortaya çıkmaya başladığını, Gezi sonrası bu inisiyatiflerin yaygınlaştığını söylemek mümkün. Bugün kentlerde gıda hakkına yönelik temel örgütlenme pratiğini bu inisiyatifler oluşturuyor. Bu inisiyatifler çeşitli biçimlerde karşımıza çıkıyor: gıda toplulukları, tüketim kooperatifleri, alışveriş grupları. Bu inisiyatiflerin bir takım ortak motivasyonları ve faaliyetlerinden bahsetmek mümkün:

  • aracısız ürün tedarik etmek, üreticiyle doğrudan temas etmek
  • küçük üreticiyi desteklemek
  • ekolojik üretimi desteklemek ve yaygınlaştırılmasına vesile olmak
  • ürün tedarik edilen üreticiyi/üretim sürecini tanımak, hangi ürünün alınacağına kolektif karar vermek
  • tedarik ve dağıtım/paylaşım sürecini kolektif organize etmek
  • daha fazla kişiye ulaşarak, daha çok kişinin bu alternatif tedarik mekanizmasını desteklemesini, kendi gıdasına yönelik karar almasını sağlamak
  • kolektif karar alma mekanizmaları oluşturmak
  • gıda üzerine farkındalık yaratmak
  • ağlar kurmak, başka inisiyatiflerin örgütlenmesine vesile olmak

Gıda inisiyatifleri, mevcut gıda sistemi karşısında yurttaş temelli örgütlenme pratikleri olarak başka bir sisteminin pratikte kurulması için örgütleniyor. Somut bir ihtiyaca tekabül etmeleri, çoğunluğunun katılımcı ve demokratik mekanizmalar oluşturmaları, iş yeri ve mahalle temelli müşterek örgütlenme pratiklerini zorlamaları (yani “örgütün kendisini” değil toplumun dayanışmasını örgütlemeleri), gıda hakkında toplumsal farkındalık oluşturmaları ve nicelerini teşvik etmeleri önemli kazanımlardır.

Başka türden çabalar

Gıda tedariği hususunda bir yandan başka süreçler de mevcut. Bireysel veya kolektif bir takım “sosyal girişimler”, “iyi işler yapan güzel insanlar”, yahut belediyelerin tarımsal kalkınma, tedarik ve pazarlama faaliyetleri bunlardan bazıları. Sosyal girişimler çok sayıda farklı alana temas edebiliyor ve çeşitlilik gösterebiliyor. Örneğin, bir girişim “çevreye duyarlı”, “sürdürülebilir” sistemler tasarlarken, bir başkası “küçük üreticiyi destekleme”, “ürüne değer katma”, “üreticinin üretmesine destek olma” gibi hususlar altında faaliyet gösterebiliyor. Elbette bunlar birer girişim, birer işletme ve toplumun kendi özörgütlenme kapasitelerini güçlendirmekten ziyade birtakım tekil faaliyetler olmakla sınırlılar. Her ne kadar şirket mantığının tamamen nüfus ettiği modeller olmasalar da, bu girişimlerin yukarıda andığımız türde sistemi (en azından belirli bir açıdan) eleştirel şekilde karşılayan inisiyatiflerden farklı oldukları açık.

Belediye faaliyetleriyse son derece dikkatli bir şekilde incelenmeyi ve ele alınmayı gerektiriyor. Zira, son tahlilde gıda üretim, dağıtım ve tüketim ilişkileri belirli mekânsallıklarda gerçekleşiyor ve bu mekânsallıklar beledi ve yerel yönetim faaliyetleri kapsamında ele alınabiliyor. Gerçekten de, özellikle dağıtım ve tüketim faaliyetlerinin yerel kapsamda gerçekleştiğini ve aynı zamanda gıda sistemlerinin de yerelleşmesini tercih etmemiz gerektiğini ifade edebiliriz. Bu kapsamda, halkın ihtiyaç duyduğu gıdaya ulaşması süreci bir yerel yönetim—özyönetim kapsamında ele alınabilir. Zira, gıda sisteminin şirketleşmesi süreci karşısında halkın gıda sistemi olan gıda egemenliğinin inşa edilmesi, siyasi tercihlerin ve bu tercihlerle kurulacak olan ekonomik-ekolojik sistemin yapısının nasıl olacağı açısından belirleyicidir.

Son dönemde çeşitli yerel yönetimler, özellikle gıda-tarım konusunda yaptığı çalışmalarla ön plana çıkmakta. Bu durum, başta büyükşehir belediyeleri olmak üzere bir çok yerel yönetimin gıda, tarım, kalkınma gibi eksenlerde çalışmalar yapmasını beraberinde getirmiştir. Elbette bu sürecin bir çok siyasi gerekçesi olduğu söylenebilir. Bunların başında, seçim tercihleri ve bu tercihleri belirlemek üzere popülist stratejilerin geliştirilmesi yer almaktadır. Yine de, “yerel yönetim” kapsamı, ayrıca bu kapsamın bir kamu alanı olması sebebiyle de başka bir önemlilik arz etmektedir. Bizim açımızdan önemli olan şey yerel yönetimlerin demokrat söylemleri veya gıda hareketinin programından devşirdiği bir takım politikaları uyguluyor olması değil, halkın bu politikaların uygulanması sürecinde nerede konumlandığı ve nihayetinde bu programların uygulanmasından hangi kesimlerin faydalandığıdır. Yani, emekçiler bu sürecin aktif kurucu ve yönetici özneleri haline gelebiliyor mu, kendi gıda sistemleri üzerinde söz, yetki ve karar hakları bulunuyor mu? Başka bir deyişle, kendileri hakkında alınan kararlar üzerinde karar verme hakları bulunuyor mu? Siyasetin öznesiler mi?

Bu sorulara ilk elden pozitif cevaplar vermek mümkün değil. Bir takım iyi niyetli çabanın dışında, gerçekten yurttaşların kendi pratikleriyle bir taban hareketine dönüşmüş ve karar alma süreçlerini belirleyebilen bir katılımcı yerel yönetim hareketi bulunmuyor.

Sınırlar, Sorunlar, Öneriler

Yukarıda, gıda inisiyatiflerinin faaliyetlerini genel hatlarıyla ortaya koymaya çalıştık. Bu çalışmalara yönelik çeşitli karşıt-argümanlar geliştirmek de mümkün. Bu argümanlarla, aslında gıda inisiyatiflerinin sınırlarını ve sorunlarını da açık yüreklilikle ortaya koyabiliriz.

Ortaya konulabilecek savlardan biri, bu inisiyatiflerin daha çok “orta sınıf” kesimlere hitap ettiği, çünkü pahalı ürün sattıkları veya seçtikleri lokasyonların daha çok orta sınıf kesimlerin yaşadıklarıdır. İçinden geçmekte olduğumuz pandemi döneminde endüstriyel tarımın giderek pahalılaşmasıyla birlikte bu sav geçerliliğini giderek yitirmekte olsa da, gıda inisiyatiflerinin büyük çoğunluğunun müphem “orta sınıf” tarafından yürütüldüğü bir gerçek (aslında, çoğunlukla beyaz yakalılar, freelance çalışanlar, yani emekçiler bu kesimi oluşturuyor). Lakin sorun, bu kesimin sağlıklı gıdaya erişim sorumluluğunu üstlenmesinden kaynaklanmıyor elbette. Aksine, bu kesimin mücadele içerisinde üstlendiği ve üstlenebileceği rol, gıda hakkı kapsamında önemli patikalar açtı. Ancak, gıda hakkının bir toplumsal mücadeleye dönüşebilmesi için farklı emekçi kesimlere yayılması, emekçi sınıfların daha geniş,  daha kalabalık kesimlerine de yayılması elzem. Gıda hakkı için mücadele eden aktörlerin henüz buna yönelik bir strateji geliştirdiği söylenemez.

Burada vurgulanması gereken esas husus, ekolojik tarımın pahalı olmaktan ziyade, bu tarım biçiminin marjinal kalması, kamu desteğinin verilmemesi ve nihayetinde emekçilerin ücretinin düşük olmasıdır. Ekolojik tarım yaygınlaştıkça ve ekolojik tarım yapan çiftçiler arasında dayanışma geliştikçe, (kooperasyon yapmaya bağlı olarak) maliyetler ve dolayısıyla da fiyatlar azalacaktır. İkincisi, kamu desteği endüstriyel tarıma veya ithalata değil de ekolojik üretime verildiği zaman, bundan hem çiftçiler hem de tüketiciler, yani tüm toplum kazanacaktır. Üçüncüsü, ekolojik tarım yapan çiftçilerin büyük bir kısmı adil bir fiyatlandırma yapmaya özen göstermekte, ancak adil fiyatlandırma kent emekçilerinin ücretlerinin düşüklüğü sorununa takılmaktadır. Dolayısıyla, sağlıklı beslenme, gıda hakkı emekçilerin ücret mücadelesininin bir parçası olarak düşünülebilir ve dile getirilebilir.

İkinci olarak, bu inisiyatiflerin bir tür kendi marjinal pazarını yarattığı ve bu yolla kapitalizme eklemlendiğine yönelik bir sav geliştirilebilir. Gerçekten de, bu inisiyatiflerin çubuğu gıda hakkı mücadelesinden çıkarak salt tedarik faaliyetine dönüşmesi, pazar içerisinde sistem karşıtı olmayan bir alternatife dönüşme riskini taşımaktadır. Ayrıca, zaman zaman aralarında rekabet oluşmasına, instagramcılık yaparak ürün satışına odaklanmalarına, hatta çeşitli kâr payları koyarak, şeffaf olmayan ve denetlenmeyen faaliyetler yürütmelerine vesile olabilir. Zira, bu inisiyatiflerin kurumsallaşması, bunları halkın katılım ve denetleme faaliyetlerinden koparma ve profesyonel bir faaliyete dönüştürme riski de taşımaktadır. Bu profesyonelleşmenin başka bir izdüşümü de, farklı teşkilatların “kendi” kooperatiflerini kurmaları, faaliyetlerini bunun üzerinden yürütmeleridir. Aynı mahallede farklı teşkilatlara ait farklı kooperatiflerin açılması gibi sonuçlarıyla karşılaştığımız bu durum, halkın katılımı ve örgütlenmesi yerine “kendi” faaliyetini önceleme riski de taşımaktadır. Nihayetinde, halkın bir ihtiyacı üzerinden kendi öz örgütlenmelerini yaratma süreci olarak ele aldığımız gıda inisiyatifleri, faaliyetlerinin doğası ve biçimine bağlı olarak sistem tarafından içerilme riskini taşımaktadır ve bu risk esas olarak hareketin güçlenmesiyle bertaraf edilebilir.

Son olarak, bu inisiyatiflerin yaygınlaşması, demokratik ve katılımcı oluşumlar olmaları ve hak mücadelesini yükseltmeleri önemli. Ancak, bu örgütlenme pratikleri gıda hakkı mücadelesinin tek aracı olmak zorunda değil. Bu inisiyatiflerin bugün çoğunlukla “tedarik” ve “ağ kurma” faaliyetiyle kendilerini sınırlandırdıklarını, bazılarının katılımcık ve demokratik olmaktan vazgeçtiğini, bulundukları lokasyonlarda özörgütlenme pratiklerini geliştirme, daha geniş plandaysa gıda hakkına yönelik bir kamu politikası mücadelesini üstlenmediklerini söyleyebiliriz. Bu tür oluşumların sınıf temelli “çıkar grubu” olmaktan çıkarak bir “ilgi grubuna” dönüştüğünü farklı alanlardan da biliyoruz. Nasıl ki günümüzde bir çok devrimci oluşum dahi kendini bir fraksiyona, bir ilgi grubuna dönüştürüyorsa, “gıdayla ilgilenenler”, ekolojiyle ilgilenenler, sosyalizm severler, çok iyi Marksizm bilenler, laiklik taraftarları, gibi “ilgi grupları” siyasal alanda hakim hale gelebiliyor. Bunların bir yere kadar gerçekten “siyaset” konusu olduğu söylenebilir; ancak, sınıf siyaseti açısından bunlar birer çıkarı ifade etmekten ziyade birer ilgiyi, kültürü, yaşam tarzını, ifade edebilir. Elbette ki bu durum zamanla güç biriktirme, bir takım yerel yönetim süreçlerinde yer alma ve farklı toplum kesimleriyle ilişki kurmak suretiyle değişim gösterebilir. Esas olan, sınıfsal perspektifle donanmış çıkarları, başka bir dünya arzusuyla buluşturabilen bir aradalıklar yaratmaktır. Dolayısıyla, gıda inisiyatiflerinin gıda hakkı temelinde bir toplumsal örgütlenme olarak ele alınması, onlara yüklenen misyonun bir ilgi grubundan çıkması için hayatidir.

Toparlamak gerekirse, bugün kentte gıda hakkı için mücadele etmenin en önemli dinamiği olan gıda inisiyatiflerinin katılımcı, demokratik ve müşterek (herkese ait, herkes için) olmalarında ısrarcı olmak, ayrıca bunların sayısını artırmak ve yaygınlaştırmak önemli. Bu prensipler, herhangi bir oluşumun değil doğrudan halkın gıda temelinde örgütlenmesi ve bir özörütlenme-özyönetim pratiği geliştirmesi açısından anlam kazanır. Küresel çiftçi hareketi olan La Via Campesina’nın geliştirdiği gıda egemenliği kavrayışı da ancak bu şekilde hayata geçebilir. Kapitalizm, hali hazırda insanları belirli bir özelleştirme ve kimlikleştirme ekseninde bölebilmektedir. Bunun karşısında, gerçekten halka ait bir sistem inşa etmek istiyorsak, bunu müşterekçi bir örgütlenme ve özgürlük anlayışıyla inşa etmek zorundayız. Bunun için, rekabetçilikten uzak bir şekilde, sistemi yeniden üretmeden, dayanışma pratikleri geliştirmek gerekir. Endüstriyel sistemi savunmadan, üreticinin pazara bağımlılığını, tüketicinin süpermarketlere bağımlılığını kıracak, yeni bir gıda ilişkisi kurmalıyız. Kır ve kent yoksullarının sağlıklı gıda hakkını hayata geçirebilmek için, gıda hakkı temelinde iş yerlerinde, üniversitelerde, okullarda, mahallelerde örgütlenmeli; dayanışma ve kolektif pratiklerle sağlıklı gıdaya birlikte ulaşmaya çalışırken, gıda hakkının bir kamusal talep olarak örgütlenmesi için toplumsal mücadeleyi yükseltmeliyiz.

Bu yazı 21 Şubat 2021 tarihinde Kent Enstitüleri tarafından çevrimiçi düzenlenen Gıda Hakkı ve Kentte Örgütlenme” başlıklı etkinlikte yapılan sunumun gözden geçirilerek yayınlanmış ikinci yazısıdır.

Son eklenenler

“PARÇA PARÇA BÖLÜNEREK SATILMASINA…”: 19. Yüzyıldan Bugüne Parselasyon ve Kentleşme

19.yüzyıl Osmanlı coğrafyasında kapitalizmin mülkiyet ilişkilerinin dönüşümü açısından önemli bir eşiktir. Tanzimat Fermanı ile özel mülkiyete yapılan vurgu sonrasındaki...

LİMAN’A YANAŞMAK: Deniz ticareti altyapı ağı olarak 19.yüzyıldaki deniz feneri inşaat hareketleri (Esra Nalbant-Binghamton Üniversitesi, Altyapı Tarihi)

Grundrisse'de Marx, "sermayenin dolaşımı aynı zamanda onun oluşumu, büyümesi açısından yaşamsal sürecidir" diyor. Bu dolaşım, ürünün bir dağıtım sistemi...

GERİ DÖNMEMEYE YEMİN ETTİLER: Osmanlı’da Transatlantik Göç ve Göçmen Veritabanı İnşasında Fotoğrafın Kullanımı (Hazal Özdemir – Northwestern Üniversitesi, Tarih Doktora Adayı)

1896-1908 arasında Osmanlı Ermenileri Amerika’da artan iş olanakları ve doğu vilayetlerindeki ekonomik sıkıntılar sebebiyle imparatorluktan ayrılırken II. Abdülhamid hükûmeti...

İSTANBUL’A AŞAĞIDAN VE UZAKTAN BAKMAK: Kentleşmenin Çeperi ve Altyapısı

Bu konuşma, on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı imparatorluğu ölçeğinde modern, kozmopolit bir istisna mekânı olarak ortaya çıkan Pera’nın ekolojik ve...

Cinsiyetçilik erkekleri de öldürür (mü?) – Nil Karasu

Bu yıl Cannes’dan Altın Palmiye ödülüyle dönen Justin Triet imzalı “Bir Düşüşün Anatomisi” filmi üzerine bu yazı. İzlemeyenler için...

Felsefe ve sinema atölyelerimiz başlıyor

Adana Kent Enstitüleri bünyesinde daha önce gerçekleştirdiğimiz dört haftalık film gösterimi ve söyleşilerini geçen haftalarda bitirdik. Bu süre zarfında...