Derlemeler ve YazılarKent için Savaşmak: Yurttaşların Başkaldırısı*

Kent için Savaşmak: Yurttaşların Başkaldırısı*

Kent mekanı politik bir savaş alanı mıdır? Soruya vereceğimiz cevap büyük oranda kent ve/veya savaş kavramsallaştırması ve devletin/hükümetin yerel ve ulusal politikalarıyla yakından ilişkili olacaktır. Siyasetin mekana ihtiyaç duyduğu gibi mekanın da siyasete ihtiyacı vardır. Özellikle 2002 sonrası AKP politikalarında, genel olarak mekan; özelde ise kent mekanı siyasal iktidar tarafından tanımlanan düşmanla olan savaşın hem nesnesi hem de taşıyıcısı konumundadır. Bir tarafa tüm muktedirliğiyle kenti hem değişim değeri üzerinden parlatarak pazarlamaya çalışan, hem de metalaştırarak üzerinden ekonomik ve siyasi rant elde etmeyi amaçlayan siyasal iktidarı koyarsak, diğer tarafa kente aidiyet hissetmeye çalışan; söz hakkı isteyen ve kendine dayatılanı yıkarak kendi haklarını kendisi kurmaya çalışan yurttaşları koyabiliriz. Sermayenin kent üzerinde egemenlik kurması için “kentleşmesi” gerekir. David Harvey, son yıllarda sıklıkla gündeme gelen Henri Lefebvre’nin popüler kavramı “Şehir Hakkı” tartışmalarına değinirken tam da bu yüzden, şehir hakkını bir amaçtan ziyade bir araç olarak tanımlar:

Mütemadi birikime dayalı kapitalist sistem, onunla bağlantılı olan sömürenler sınıfı ve devlet iktidarı yapılarıyla birlikte tasfiye edilmelidir. Şehir hakkını talep etmek bu amaca giden yolda bir uğraktır. Her ne kadar gitgide tutulacak en elverişli yollardan biri gibi görünse de, asla başlı başına bir amaç olamaz.[1]

Şehir hakkı bir bakıma, özel mülkiyetin ortaya çıkışından önceki, insanlığın müştereklerini; sokakları, mahalleleri, meydanları ve en nihayetinde sermayenin ele geçirdiği kentleri geri alarak, insanın kendini yeniden kurma çabasıdır. Açıktır ki bu çaba çoklukla isyan, direniş ve başkaldırıyı gerektirir, zira müşterekleri savunan halk yığınları karşısındaki düşman, sonunu getirmesi beklenen krizlerden beslenen kapitalizm ve onun taşıyıcısı siyasal iktidardır. Tam da bu yüzden kentte, insana ve/veya mekana dair her talep aslında bir savaş habercisidir. James Holston bu yüzden günümüz kentini bir savaş alanı olarak görür; yoksul/yoksun sınıfların sosyal hareketliliği vatandaşlığı resmi tanımından çıkarıp genişletirken, yurttaşlık hakları ve “kendi kendini yönetme”nin yeni şekilleri için kaynak yaratmış olur.[2] Tabii ki bu hak arama eylemliliği karşısında hakim sınıflar boş durmaz; kentin bu yeni aktörlerine karşı ayrıştırma, özelleştirme, dışlama ve kendileri için güvenli kaleler yaratma yoluyla yeni “savaş stratejileri” geliştirirler. Açıktır ki bu eşitsiz bir savaştır. Bir tarafta ellerinde silah olarak kendi eylemlilikleri ve en nihayetinde canlarıyla savaşan bir sınıflar koalisyonu varken; diğer tarafta kenti ele geçiren, devleti/hukuku/yönetim şeklini hakimiyeti altında tutan ve bu anlamda savaşmak için her türlü güce sahip muktedirler koalisyonu yer alır. Harvey’in dediği gibi günümüzde her tarafta başkaldırının işaretleri mevcuttur.[3]Türkiye’de özellikle AKP’nin intikam döneminin başlangıcı olarak adlandırabileceğimiz 2007’den bu yana kent ve kentliler yoğun bir saldırı altında. Bu saldırı karşısında, kenti yaratan/yaşatan ve kentte yaşayan yurttaşlar hak talepleriyle kendilerine bu savaşta bir mevzi edinmeye çalışıyorlar.

Asilerin Yükselişi: Yurttaşlığın Yaratıcı Yıkımı

İsyan/başkaldırı kavramı kent/kent hakkı söz konusu olduğunda yapıcı ve üretken bir kavrama dönüşmekte. İlk kullanımını Holston ve John Friedmann’da gördüğümüz “başkaldıran yurttaş” yurttaşlık kavramının anlamı ve uyarlanması üzerindeki mücadeleyi anlatıyor. Holston, başkaldıran yurttaşlık kavramının yapıtaşını oluşturan başkaldırıyı günümüz kentlerine tahakküm eden modernizmin mekanlarının muhalefeti olarak nitelendiriyor: Aslında vatandaşlığı modernist siyasi bir proje olarak devlet inşasının tasarladığı tanımdan çıkardığı ölçüde başkaldıran bir boyutu var. Holston, gecekondu bölgeleri, göçmen kampları…vb.ni isyanın mekanları olarak tanımlıyor çünkü bu mekanlar üzerinden kentte var olan, kurulmuş tarihi rahatsız eden yeni kimlikler, eylemler dağıtılıyor[4]. Aslında başkaldıran yurttaş, hak talep eden bir konumdan kendini kurduğu için, modern vatandaş tanımına da bir isyan niteliğinde. Zira bu kurguda, seçkinlerin öncü olmasına ihtiyaç yok; varoşlardaki, çöküntü bölgelerindeki kitleler çıkarlarının devletin tasarımlarından değil kendi deneyimlerinden elde edileceğinin ve kendi kararlarını kendilerinin vereceğinin farkındalar. Bu açıdan bakınca, aslında yurttaşlık yalnızca modern bir kavram değil, dahil etme/eşitlik/dışlanma üzerindeki mücadeleleri içeren dinamik bir süreç olduğu için resmi bir siyasi kurumsallığın ötesinde yaşayan ve sürekli kurulan bir tarihselliğe gönderme yapan bir anlama sahip.

Benzer şekilde Friedmann da başkaldıran yurttaşlığı iradeyle ilan edilen ve aşağıdan kurulan bir kavram; başkaldıran yurttaşları ise mekânsal sınırı olmayan siyasi topluluklarda, mevcut hakları koruyan ve aynı zamanda yeni haklar talep eden ikili bir mücadele içerisine giren, demokrasinin mekanlarını genişletme mücadelesi veren projelerde aktif rol alan ve sınırların ötesindeki demokratik projelere kendini adayan insanlar olarak tanımlıyor[5]. Bizim için de oldukça tanıdık olan ve daha çok Latin Amerika’daki barınma, su hakkı, eşit vatandaşlık hakları…vb mücadeleleri yürüten halkları tanımlayan bu kavram, özellikle AKP’nin saldırılarını yoğunlaştırdığı 2007’den bu yana, kentte/kentle mücadele veren halklar/sınıflar/toplulukları tanımlamak açısından da oldukça anlamlı. Kendinden başkasına yaşam hakkı tanımamakta kararlı olan AKP iktidarı, kenti bir savaş alanı, kentte mücadele veren kentlileri “yok edilmesi gereken düşmanlar” olarak görme eğilimindeyken, yarattığı düşmanın da haklarını elinden almak için de “ya hep ya hiç” mücadelesine girmiş durumda. Örneğin Sulukule’de 2005’te yaşam alanlarını işgale karşı barınma hakları için mücadele talebiyle yola çıkan hareket, ilk olarak Türkiye’deki diğer halklara/etnik kimliklere verilen hakları içeren eşit bir yurttaşlık tanımını temel almıştı. O dönem bir araştırma için gittiğimiz Sulukule’de görüşmecilerden en sık duyduğumuz cümle “Biz bu ülkenin vatandaşı değil miyiz?” oluyordu. Çünkü yapılmak istenen, kent merkezlerinden en eskisi olan Beyoğlu’na yakınlığı ile bir rant merkezi olan Sulukule’nin soylulaştırılarak zengin vatandaş/müşterilere satılmasıydı. Haklı olarak Sulukule halkı, her ne kadar cevabını bilseler de “neden biz” sorusunu kendilerine soruyorlardı. Harvey’e göre (2013) kapitalizm “aşırı birikim”in periyodik krizleriyle mücadele ederken yapılı çevre üzerindeki yatırımları niteleyen “mekansal sabitleme” çözümünü kullanır. Ancak sermaye doğası gereği doyumsuzdur; sermaye için “kâr”ın sınırı yoktur ve bu sınır tanımaz doyumsuzluğu tatmin etmek için ürettiği çözüm “yaratıcı yıkımdır”. Harvey yaratıcı yıkımı sermayenin dolaşımı için organik bir yöntem olarak görür, ki sürekli ve kesintisiz olarak yeni ihtiyaçlar ve taleplerin üretilmesi bu yöntemi hiç durmadan besler. Coğrafi olarak sürekli yer değiştiren ve kendini sürekli olarak yeniden üreten doyumsuz sermayenin, Sulukule’de izlediği politika da basitçe çöküntü alanlarını soylulaştırarak yoksul/yoksunları İstanbul çeperlerine göndermeydi. Bu açıdan Sulukule’de yaşayan Romanlar üç temel nedenden dolayı açık bir hedef haline gelmişlerdi: (1) Kent merkezine yakınlığından dolayı arsası değerlenen topraklarda yaşamaları, (2) Örgütsüz bir halk olmaları ve (3) Toplumun “genel” kabullerine göre hali hazırda “makbul” vatandaşlar olmamaları. ,atandaşlıklkıilerinin, toplumun bir çok kesimi tarafından bir hakaret olarak da kullanılan aştan yazıyorlar.

Sulukule halkı özellikle “Birçok kentsel dönüşüm projesi arasında”[6] ilk olarak Sulukule’nin işgal edilmesini örgütsüz olmalarına ve kendilerinden bir başkaldırı/isyan beklenmiyor olmasına bağlıyorlardı. Ancak, örgütsüz ve çoğu zaman temel vatandaşlık haklarından bile yoksun bırakılarak, sosyal/siyasi/mekânsal ve kültürel dışlanmaya maruz kalan Romanların örgütlenerek, hak talep etmeleri beklenmeyen bir hamleydi. Romanlar o dönemde Türkiye’de devletin dayattığı vatandaşlık konumuna hapsolmayı reddeden, kendi tanımladıkları şekilde haklarını talep eden, yaşam alanlarını kurmaya ve muhafaza etmeye çalışan bir sosyal hareket olarak kendilerini var ettiler ve toplum nezdinde hem tanınırlık/kabul edilebilirlik kazandılar hem de birçok farklı sosyal hareketten destek gördüler. David Harvey, Asi Şehirler’de kapitalist sınıfın hâkimiyetinin yalnızca emek gücü değil, aynı zamanda toplumun hayat tarzları, siyasi ve kültürel değerleri üzerinde gözlemlenebileceğini söylerken beklenenin/umulanın üzerinde bir kullanım ömrü olduğunu krizlerden beslenerek kanıtlayan kapitalizmin, kent/kentsel süreçler ve sosyal hareketler ve/veya direnişler üzerinde hâkimiyet kurma mücadelesi yürüttüğüne dikkat çeker. Her ne kadar kentin çeperlerine sürülmelerine engel olamamış olsalar da, Sulukule hareketi aslında tam olarak bu hakimiyetin reddi ve “diğer vatandaşlar”la eşit bir yurttaşlık talebinin tezahürü olarak kendini kurdu ve bu sayede verilenden fazlasını talep etmenin “en zayıf halka” için bile mümkün olduğu göstererek kendinden sonraki hareketler için olumlu bir örnek olarak var olabildi.

Başkaldıran Yurttaşlar Ordusu…

Üzerine çokça yazılan/düşünülen ve hatta son dönemde çokça akademik çalışmaya/teze konu olan Gezi Parkı Direnişi’ni de kenti talep eden, bir lidere ihtiyaç duymayan ve kent vatandaşlığını dönüştürmeyi, yeniden kurmayı kısacası kentteki aidiyetini devletin inisiyatifine bırakmayı reddeden bir eylemlilik hali olarak okumak mümkün. Bir savaş alanı olan kentte kendine mevzi bulmaya çalışan, oyunda kendilerine aktif bir rol arayan Türkiye’nin pasif vatandaşları 2013 Mayıs’ında hükümet tarafından sunulanı reddederek hak temelli meşru taleplerle meydanlara çıktılar.

Bu, hem hükümete karşı bir savaştı; hem de kenti ele geçiren, yaşam alanlarını zapt eden sermayenin kenti değişim değeri üzerinden pazarlamasına karşı kentin kullanım değeri için yapılan bir mücadeleydi. Friedmann’ın dediği gibi: demokrasi mücadelesine kendini adayan bir dayanışmanın ürünü; birbirinden farklı ama birbiriyle alakalı birçok sorunla aynı anda mücadele eden, sınır tanımayan bir “yurttaşlar ordusu”nun savaşıydı[8]. Bu açıdan, Gezi Parkı direnişi gücünü sınıflar arası bir dayanışmanın ürünü olmasından; buna ek olarak sınıf önderliğinin en azından hareketin ortaya çıkışında tetikleyici olmamasından alsa da, bu “başsızlık” aynı zamanda sürekliliğine ve/veya evrimine zarar veren en önemli etkenlerden biriydi.[9] Gezi Parkı Direnişi’nin başarısı/başarısızlığı çokça tartışılsa da, bu topraklardaki eylem kültürünü geri döndürülemez bir şekilde değiştirdiği ve bu eylemler serisi sonucunda artık kendine verileni kabul eden pasif vatandaşların yerini hak talep eden ve kendi hayatını kendisi kurmak isteyen yurttaşların aldığı yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Bütün bir eylem repertuarının değişmesinin, ve hatta artık “isyan”ın haklı bir eylem biçimi olarak kendini yoksul/yoksun sınıflar ve toplumsal gruplar içinde kabul ettirmesinin Türkiye için tarihsel bir mihenk taşı olduğunu söylemek mümkün. Bir açıdan tanıdık olduğumuz, yalnızca bir toplumsal eylem biçiminin değişmesi değil, pasif vatandaşlığın, kendi kuracağı bir kent için hak talebinde bulunan, yaşadığı mekana bir değer atfeden bir kent yurttaşlığı kavramına dönüşmesiydi.

Yeni Emperyalizm kitabında Harvey, yaratıcı yıkımın cebri yönünü sermayenin emek gücü de dahil varlıkların mülkiyetini ele geçirme ve kâr amaçlı kullanmak olarak tanımlar. Bu anlamda, günümüzde kapitalist sistemde kamu kurumlarının ve yoksulların varlıkları, arazileri, emek güçleri de ucuz bir fiyata satın alınarak bunlardan yüksek kârlar elde edilir. Lefebvre’ye göre devletin ve kapitalist mantığın hareketleri yoluyla, organik mekan hâkim güçlerin- devlet ve kapitalist sınıfın- çıkarlarını karşılayabilmek için sürekli parçalanarak, homojenleştirilerek soyutlanır. Bu parçalanma da en nihayetinde yurttaşların yaşam alanı olan şehrin- şehir hayatının- sermaye tarafından ele geçirilen kapitalist kent tarafından yenilgisiyle sonuçlanır. Sulukule’de ve Gezi Parkı Direnişi’nde gözlemlenen bu durum 2014’te Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından ODTÜ arazisine yapılan Malazgirt Bulvarı’nda da karşımıza çıkmıştı. Belediye Başkanı Melih Gökçek tarafından “kamu yararı”na hizmet edeceği temel alınarak kampanyası yürütülen süreçte, Gökçek’in elindeki en önemli koz ODTÜ Yönetimine ağaçların/arazinin “bedelini ödemek” olmuştu. Yapım sürecinin ekonomik olarak kâr getirmesinin yanı sıra[10], bir diğer beklentinin siyasi bir rant (bu durumda adaylığı son ana kadar tehlikede görünen Melih Gökçek’in tekrar aday gösterilme umudu) sağlamak olduğu da söylenebilir. Bu saldırı karşısında, artık bir refleks olarak isyanı benimsemiş olan Ankara dışındaki kentlerde yaşayan yurttaşlar da zaman-mekan sınırı olmaksızın harekete geçtiler. Toplumsal protestolar -her ne kadar aynı yoğunluk ve büyüklüğe ulaşamamış olsa da- Gezi Parkı Direnişi’nde olduğu gibi yalnızca fiziksel eylem olarak değil, sosyal medya, alternatif yazılı basın, forumlar…vb aracılığıyla da gerçekleştirildi. İsyan eden, “kesilen ağaçlar” üzerindeki taleplerinin “hak” olduğunun bilincinde olan insanlar, Holston’ın dediği gibi aslında yurttaş olarak tanınma isteğini de dile getiriyorlardı:

“Şehir hakkı tartışmaları “haklara sahip olma hakkı”nı taşıyan yurttaşların tanınma mücadelesi için bir araçtır… Yeni kavramların dahil olmasını talebi mevcut sistemin içinde kalsa dahi isyankardır. İsyankardır çünkü yurttaşların talep ettiği ‘haklara sahip olma hakkı’ asgari değildir. Mümkün olan bütün hakların hepsini talep eder.[11]

Aslında ODTÜ yolu direnişinde de, yol, insanların şimdiye kadar gasp edilen hakları için vermek istedikleri mücadelenin/başkaldırının taşıyıcısı konumundaydı diyebiliriz. Yalnızca Ankara’yla sınırlı kalmayan, diğer şehirlere de yayılan zaman/mekan tanımayan protesto eylemlerinin de öznesi kenti rant aracı olarak gören sermaye ve siyasal iktidarın koalisyonuna karşı kurulmuş “başkaldıran yurttaşlar” ordusuydu.

Kenti geri almak…

Gün geçtikçe derinleşen ekonomik eşitsizlikler ve sosyal adaletsizlik, etnik ve toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılık, “mekanın soyutlaşması” ile birleşince sınıflar/gruplar/topluluklar arası bir koalisyonu gerekli kılıyor. Bu açıdan şehir hakkı hem kaybedilen haklara/kentsel yaşama bir ağıt, hem de güçlü bir talep olarak karşımıza çıkıyor. Castells, Kent, Sınıf, İktidar’da sınıfın artık kent mücadelesi için merkezde olmadığından söz eder; sınıf artık bir kimliğe indirgenmiştir, yani Castells’e göre kentsel bir mücadelede kadın/ kürt/ ekolojist…vs olmakla sınıfsal aidiyet arasında temelde bir fark yoktur. Castells’in kent mücadelesinde sınıfın rolünü hafife almayı amaçlamadığını düşünmek naiflik olsa da; bu görüşünü geniş bir toplumsal tabanı, kimlikleri ve bütün bir kent muhalefetini sınıf hareketinin belirleyici rolünü üstlenmeye bir çağrı olarak okumak, günümüzdeki sosyal hareketleri anlamak açısından daha yapıcı bir tavır olacaktır. Sulukule’den, Taksim’e; ODTÜ’den Yırca’ya; Soma’dan Diyarbakır’a güncel kent mücadelesinde bu geniş toplumsal tabanı ve bu tabandan gelen gücü görmek mümkün- her ne kadar çoğu durumda sınıf önderliğinin eksikliği hareketin devamlılığı açısından paradoksal bir zayıflığa yol açsa da. Geniş toplumsal tabanı sağlamanın yolu da aslında taleplerin çeşitliliğinden/sınırsızlığından ve zamansızlığından geçiyor; bu sayede Taksim’i direniş noktası olarak alan bir hareket, Mardin’de destek bulabiliyor.

Artık yurttaşlar başkaldırıyor, talep ediyor, kentte radikal bir değişiklik için mücadele ediyor ve devletin dayattığı vatandaşlık kavramını yeni baştan, bu sefer kendileri yazıyorlar. Kentte/kentle muktedirlerin kenti değişim değeri üzerinden pazarlama girişimine karşı yürütülen savaş, güçlerini birleştiren bir halk ordusuna ihtiyaç duyuyor, kenti yeniden kuracak ve kentle beraber kendi tarihini de baştan yazacak bir orduya; yurttaşlar ordusuna…

Duygu Tanış Zaferoğlu

*Bu yazı AyrıntıDergi Sayı-13’den alınmıştır

DİPNOTLAR

[1] Harvey, D. (2013), Asi Şehirler: Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru, Metis Yayınları, sf.39.

[2] Holston J. (1999), Cities and Citizenship, Duke University Press, sf.170.

[3] Harvey, D. (2013), sf.22.

[4] Holston J. (1999), Cities and Citizenship, Duke University Press, sf. 167

[5] Friedmann, J., The Prospect of Cities, University of Minnesota Press: Minneapolis/London, sf. 81.

[6] O dönemde henüz Tarlabaşı’nda benzer bir soylulaştırmayı planlayan kentsel dönüşüm projesi hayata geçirilmemişti.

[7]Harvey, David (2008). “The Right to the City”, New Left Review 53, sf. 23

[8] Friedmann, J. The Prospect of Cities, University of Minnesota Press: Minneapolis/London, sf. 83-84

[9] Gezi Parkı Direnişi’nin “sınıf temelli” olmadığı bir çok araştırma aracılığıyla çokça vurgulanmış olsa da, devrimci gelenekten gelen mahallelerin – İstanbul’da Gazi, Okmeydanı…vs; Ankara’da Tuzluçayır, Dikmen…vs- bu isyanın diğer sosyal hareketlere göre “görece” uzun ve etkili olmasında büyük bir rolü olduğunu düşünüyorum.

[10] Harvey’in önermesinin bir adım ötesine geçerek sağlanmak istenen rantın yalnızca ekonomik olmadığı- zira Melih Gökçek’in 2014 Mart’ında gerçekleştirilecek yerel seçimlerden hemen önce böyle hamle yapmış olmasının siyasi bir rant beklentisiyle de ilgili olduğu söylenebilir.

[11] Holston, J. (2010) “Right to the City, Right to Rights and Urban Citizenship, sf. 21.

Son eklenenler

“PARÇA PARÇA BÖLÜNEREK SATILMASINA…”: 19. Yüzyıldan Bugüne Parselasyon ve Kentleşme

19.yüzyıl Osmanlı coğrafyasında kapitalizmin mülkiyet ilişkilerinin dönüşümü açısından önemli bir eşiktir. Tanzimat Fermanı ile özel mülkiyete yapılan vurgu sonrasındaki...

LİMAN’A YANAŞMAK: Deniz ticareti altyapı ağı olarak 19.yüzyıldaki deniz feneri inşaat hareketleri (Esra Nalbant-Binghamton Üniversitesi, Altyapı Tarihi)

Grundrisse'de Marx, "sermayenin dolaşımı aynı zamanda onun oluşumu, büyümesi açısından yaşamsal sürecidir" diyor. Bu dolaşım, ürünün bir dağıtım sistemi...

GERİ DÖNMEMEYE YEMİN ETTİLER: Osmanlı’da Transatlantik Göç ve Göçmen Veritabanı İnşasında Fotoğrafın Kullanımı (Hazal Özdemir – Northwestern Üniversitesi, Tarih Doktora Adayı)

1896-1908 arasında Osmanlı Ermenileri Amerika’da artan iş olanakları ve doğu vilayetlerindeki ekonomik sıkıntılar sebebiyle imparatorluktan ayrılırken II. Abdülhamid hükûmeti...

İSTANBUL’A AŞAĞIDAN VE UZAKTAN BAKMAK: Kentleşmenin Çeperi ve Altyapısı

Bu konuşma, on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı imparatorluğu ölçeğinde modern, kozmopolit bir istisna mekânı olarak ortaya çıkan Pera’nın ekolojik ve...

Cinsiyetçilik erkekleri de öldürür (mü?) – Nil Karasu

Bu yıl Cannes’dan Altın Palmiye ödülüyle dönen Justin Triet imzalı “Bir Düşüşün Anatomisi” filmi üzerine bu yazı. İzlemeyenler için...

Felsefe ve sinema atölyelerimiz başlıyor

Adana Kent Enstitüleri bünyesinde daha önce gerçekleştirdiğimiz dört haftalık film gösterimi ve söyleşilerini geçen haftalarda bitirdik. Bu süre zarfında...