İspanya merkezli yayın yapan En Lucha dergisinden Aleix Bombilla, “Marx’ın Ekolojisi” ve “Ekolojik Devrim” kitaplarının yazarı John Bellamy Foster ile “Marksizm ve Ekoloji” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi:
En Lucha: Marx’ın Ekolojisi kitabınızda Marksizm’in ekolojik harekete sunacağı çok şey olduğunu iddia ediyorsunuz. Marksistler ve ekolojistler arasında ne türden birleşik işler tesis edilebilir?
John Bellamy Foster: Marksistler ve ekolojistlerin tamamen farklı gruplar olmadıklarını kabul etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Tabii ki anti-ekolojik olan Kızıllar ve anti-Marksist olan Yeşiller olduğu bir gerçek. Ancak bu ikisinin örtüşmeleri ve giderek artan biçimde birbirlerine yaklaşmaları olağandışı değil. Birçok sosyalist çevrecidir ve birçok çevreci de sosyalisttir. Aslında Marksizm ve ekolojinin hem klasik olarak hem de bugün aynı sonuca götürdüğü kanısı mevcut. Marx’a göre hedef, insanlık ve doğa arasındaki metabolik ilişkinin ortak üreticiler tarafından akla uygun biçimde düzenlendiği bir toplumun inşasıydı. Bahsettiğiniz kitabımın orijinal başlığının Marx ve Ekoloji olması gerekiyordu, fakat kitabın ismini Marx’ın ekolojik anlayışının derinliği nedeniyle Marx’ın Ekolojisi olarak değiştirdim.
Eleştirel bir çevrebilimi antikapitalist ve sonuçta da sosyalist bir yönelim gerektirirken, eleştirel bir Marksist yaklaşımın, özellikle de bizim zamanlarımızda, ekolojik bir dünya görüşü gerektirdiğini ileri sürmek istedim. Marksistlerin ve ekolojistlerin paylaşabileceği ortak emek bakımından, sosyal adalet ve çevresel sürdürülebilirlikten bahsetmek istedim: insanlığı kurtarmak ve dünyayı kurtarmak. Biri olmadan diğerinin başarılı olmasını bekleyemezsiniz ve mevcut sistemde ikisi de mümkün değildir. Bugün ekolojik ilişkiye dair dünyadaki en güçlü bireysel ses muhtemelen Evo Morales’inkidir, Bolivya’nın sosyalist (ve yerli) devlet başkanınınki. İklim değişikliğine dair başarısız Kopenhag Zirvesi’nin ardından Fidel Castro tamamen geleceğin toplumunu belirleme mücadelesi içinde olduğumuz fikrine alıştığımızı, ancak şimdi hayatta kalma mücadelesini verdiğimizi bildiğimizi söyledi. Tarihsel materyalistlerin insanlığın ekolojik ihtiyaçlarının tanımlanmasında küresel liderliği aldığı bir noktaya eriştik.
En Lucha: İklim değişikliğine karşı mücadele ilk bakışta bir çeşit soyut düşünce olarak görünüyor. İklim değişikliğine karşı gerçekten etkili kampanyaları nasıl örgütleriz? Bunu kim desteklemeli?
JBF: İklim değişikliği ve daha büyük olan bir bütün olarak gezegensel ekolojik kriz uygarlığa yönelik ve aslında insanlığın şu ana dek yüzleştiği en büyük esaslı tehdittir. Gidişatı değiştirmezsek, bugünkü canlı türlerinin çoğu için yaşanabilir bir gezegen olan dünyanın ölümüyle yüz yüzeyiz. Ancak sizin de dediğiniz gibi bu soyut görünüyor. İnsanlar bunu hissedemezler, çünkü günlük veya mevsimsel temeldeki kısa vadeli hava koşullarında devamlı olarak yansımasını göstermez. Dahası kademeli ve düzenli içimde büyüyen bir problem değil, aksine her türlü taşma noktasıyla hız kazanacak, dönüşü olmayan değişiklikler yaratacak. Bu nedenle zamanımız aşırı kısa ve ne olduğuna ilişkin belli derecede bir eğitim gerektiriyor. Bilim insanları tüm detaylarda değilse de tehdide dair şu anda neredeyse hemfikir, ancak halkla doğrudan bağlantıları yok. Küresel ısınmayı reddeden gerçekten sözünü geçirir çok az sayıda kişi var ve onlarsın bilimsel iddiaları da kendileri gibi tekrar tekrar çürütülmekte, ancak sorunun önüne geçmek için yapılan her eylemi anlık çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak gören kapitalist sınıfın gücünden dolayı retçi bakış şirket medyasında sürekli daha güçlü hale getiriliyor. Böylece sıradan insanlar ne düşüneceklerine dair tereddütte bırakılıyor. Bunun yanı sıra insanlar daha acil görünen diğer maddi sorunların darbesini alıyor: ekonomik durgunluk, mevcut olağanüstü çöküş ve neoliberal politikaların yıkıcı etkileri. Çalışanlar ekonomik yaşam standartlarının düştüğünü görüyor ve işleri için endişeleniyor; yükselen rakamlar işsizliğe ve yoksulluğa dair. Bu nedenle iklim değişikliği gibi görünüşte şüpheli olan bir şeye odaklanmaları zor.
Eğer bu alanda aşağıdan gelecek kitlesel bir isyan bekliyorsak bunun ilk olarak kapitalist dünyanın merkezinde değil çevrede çıkacağına inanıyorum. Arnold Joseph Tonybee tarih üzerine çalışmalarında iç ve dış proletaryadan bahsederdi. Genel olarak kapitalizme karşı ayaklanmalarla birlikte iklim değişikliğine karşı ayaklanmalarda, hiç kuşku yok ki öncülük rolünü alacak olan kapitalist dünya ekonomisinin çevresindeki dış proletarya olacak. Son yazılarımda “çevresel/ekolojik proletarya” olarak adlandırdığım şeyin olasılığına vurgu yaptım – sadece endüstriyel koşullara değil, kapsamlı biçimde çevresel koşullara direnmenin tanımlanan mücadele olduğu. Dünyada en çok sömürülen, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bu kimseler ağırlıklı olarak üçüncü dünya bölgelerinde bulunuyor. Bu nedenle buralar çevresel proletaryanın da esas olarak bulunduğu yer. Bu özellikle deniz seviyesinin yükseleceği Hindistan ve Bangladeş’teki Ganges-Brahmaputra Deltası’ndaki, Hint Okyanusu’nun ve Çin Denizi’nin deniz seviyesinin altındaki kesimlerindeki –Hindistan’da Kerala, Tayland, Vietnam, Endonezya- etkilerle gün gibi ortada; Çin’deki deniz seviyesinin altındaki Pearl Nehri deltası gibi, en hızlı gelişen ve sınıf çelişkilerinin en keskin olduğu alanlara tekabül eden bazı alanlarda. Bu nedenle çevre ve sınıf mücadelesinin merkez üsleri örtüşebilir. Toplumsal mücadelenin maddi temellerinin değiştiğine, artan sorunların daha kapsayıcı olduğuna –Bolivya’da sosyalist ve yerli kökenli bir gücü iktidara getiren su, hidrokarbon ve koka savaşlarındaki gibi- dair her türlü belirti mevcut.
Sistemin merkezinde de (iç proletarya) çevrecilerce devam ettirilen birçok mücadele, özellikle de gençlik temelli iklim adaleti hareketi mevcut. Ancak şu anda aşağıdan, işçilerden gelen bir ayaklanmanın belirtisi yok ve özellikle giderek kötüleşen ekonomik koşullar ortamında ABD’de işçi hareketi tamamen uyuşuk görünse bile, halk temelli, emek-çevre mücadelesinin değişim için yeni şartları oluşturacağına dair umut var. Çevre proletaryası gibi bir şeyin er ya da geç merkezde de ortaya çıkacağı umuluyor. Eğer birisi Engels’in “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” gibi klasik çalışmaları okursa, prodüktivist görüşü maskeleyen dar bir bakışla, klasik dönemde İngiltere’de işçi sınıfının oluşumunda çevre mücadelelerinin çok önemli olduğunu hisseder.
Gerçek şu ki, durum sistemin ekonomik ve çevresel başarısızlıklarıyla temsil edilen çifte çelişki haline geldiğinde bu sorunu etkili biçimde bir araya getirebilecek olanlar sadece sosyalistlerdir. İki sorunun da birbirinden ayrılmaz olduğunu, kapitalist üretim tarzında ortak temelli olduğunu fark eden teori ve pratiği tamamen somutlaştıran sadece tarihsel materyalistlerdir. Gerçekten de, gelecekteki sosyalist ve ekolojik tasavvurlarda giderek artan biçimde bir birleşme gördüğümüzü düşünüyorum, bir bakıma bu daha önce hiç görmediğimiz kadar çok devrimci bir yönelime öncülük edecek. Fakat körü körüne iyimser olmamalıyız. Bu durum örgütü de gerektiriyor. Ve eko-faşizmin büyümesi ve “çatışan sınıfların ortak çöküşü” diye söylenebilen iktidardakilerin oyalama taktikleri gibi büyük tehlikeler mevcut.
“Çevre sorunu, sınıf sorunudur”
En Lucha: İşçi sınıfına zarar vermeden çevresel adaleti nasıl geliştirebiliriz?
JBF: Birisi de şunu sorabilir: İşçi sınıfına zarar vermeden çevresel adaleti nasıl geliştiremeyiz? İklim adaletine dair ilk çalışmalardan biri, daha önce belirttiğim gibi Engels’in işçi sınıfının zehirli yaşam koşullarına ve sağlık açısından sonuçlarına maruz bırakıldığına, bunun sınıfsal ayrımı ve kent yapısını nasıl etkilediğine odaklanan “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” eseridir. Böylesi endişeler başlangıçta işçi sınıfı mücadelesinin parçasıydı. Çevresel adalet aynı zamanda fabrikaların içinde sağlık ve güvenliği kapsar. Bu sadece işe yönelik sendikal hareketin büyümesi ve bunun günümüz kapitalist sisteminde diğer işçi sınıfı sorunlarından, insanların özelde emek hareketi, genelde sınıf mücadelesinin çevresel adaletten ayrılmış biçimde çok sınırlı bir dizi soruna yoğunlaştığı şeklinde düşünmelerine olanak veren yasal/politik düzenleme ile ayrıştırılmasıdır.
Tabii ki ABD’deki çevresel adaletsizlik, en büyük etkisi bu bireyler üzerinde olduğundan ve bu topluluklar çevresel ırkçılığın hedefi olduğundan beri anlaşılır biçimde sınıftan ziyade etnik kökenle, ırkla ilişkili görülüyor. Çok iyi bilindiği gibi zehirli atıklar genel olarak “renkli” toplulukların olduğu yerlere dökülüyor. Birileri bu nedenle durumun sınıf sorunu değil ırk sorunu olduğu yanlış fikrine kapılıyor. Sık sık işçi sınıfının beyazlardan oluştuğu ima ediliyor ve bu nedenle sorun birincil olarak Amerikan yerlilerini, siyahları, Latinleri, Asyalıları etkiliyorsa sınıfsal sorun olmadığı yanlış kavrayışı ortaya çıkıyor. Ancak ABD işçi sınıfı ezici bir çoğunlukla “azınlık ırkları” denilenlerden oluşuyor. Genellikle varsayıldığı gibi işçi sınıfının beyaz bir işçi sınıfı olduğu fikri yok. Çevresel adalet bu nedenle bir ırk ve sınıf (aslında toplumsal cinsiyet) sorunudur. Bu, günümüz emek hareketinin sınırlı “pazarlık” durumu ve çoğu kez durumun devamlılığına yardım eden ırksal bölünmelerle, sorunun üstesinden gelebilmek için çok iyi donanmadığı, ancak sosyalist işçi sınıfının çok daha kolay becerebileceği meselesini ortaya atıyor.
En Lucha: Kirleten endüstrilere yönelik vergiler çözüm mü?
JBF: Kesin bir çözümü kastediyorsanız cevap hayır. Tek gerçek çözüm kapitalizmin kökünün kazınması ve yerine ortak üreticiler tarafından idare edilen eşitlikçi, sürdürülebilir bir toplumun yerleştirilmesidir. Ancak iklim değişikliğini de içeren çevresel problemin hızlandığı, problemin insanlığın ve dünyadaki canlı türlerinin çoğunun hayatta kalması olduğu gerçeğiyle yüzleşmeliyiz. Çok kısa sürede gerçekleşecek geri dönülemez çevresel çöküşten kurtulmak istiyorsak eyleme geçmek ya da köklü bir değişimi gerçekleştirmek zamanıdır. Bu en azından bilimin bugün bize söylediğidir. Bu koşullar altında hem kısa vadeli radikal tepkilere hem de uzun vadeli ekolojik devrime ihtiyacımız var. Birinci ihtiyaç, ikincisinin koşullarını geliştirmeye yardım eder. Acil olarak benim de ikna olduğum gibi kısa vadeli tepki James Hansen’in önerdiği türden bir karbon vergisidir: baca ağızlarına, maden kuyularına, girişlere giderek artan biçimde uygulanacak, yüzde 100’ü aylık olarak halka dönecek vergi. Hansen’in dediği gibi bu projenin amacı karbon vergilerinin üretim noktasında olabildiğince çabuk uygulandığından ve halkın çoğunun karbon vergisi gelirinden faydalandığından emin olmak. Ne sermaye ne de sermaye tarafından kontrol edilen hükümetlerin elleri doğrudan halka aktarılacak gelirler üzerinde olmayacak. Sahip olduğumuz türden bir toplumda bunu uygulamak tabii ki zor. Ancak bunun hem dünyayı korumaktaki hem de genellikle toplumun en altındakilere düzenli yeniden dağıtım geliri sağlamaktaki etkisi bir kez anlaşılırsa proje güçlü bir halk desteği kazanacaktır.
Gerçek olan şu ki, kapitalist bir toplumda yaşadığımız sürece bir kirleticiyi kontrol etmenin en önemli anlamlarından biri onun değerini arttırmaktır. Aynı zamanda kontrolün daha doğrudan politik biçimleri tabii ki kullanılmalıdır. Örneğin ayrıştırma teknolojisi bulunmadığı sürece kömür santrallerinin tamamen yasaklanmasına ve mevcut olan kömür santrallerinin çabucak yürürlükten kaldırılmasına ihtiyacımız var. Bununla birlikte bunu gerektiği derecede başarmak ne ürettiğimizi, tükettiğimizi ve toplumumuzun nasıl örgütlendiğini etkileyecek bir genel ekolojik devrim gerektirir.
“Dönüşüme, sistem içinden katkı yapılabilir”
En Lucha: Ekolojik krize sistem içinde toptan bir çözüm mümkün mü? (yenilenebilir enerji, toplu taşımanın arttırılması, büyük altyapı çalışmalarının durdurulması, vs.)
JBF: Tekrar ediyorum, sistem içinde toptan bir çözüm yoktur. Ancak toptan çözümlere kendi mantığına aykırı biçimde diğerine, halk kontrolündeki sisteme dönüşümde pay sahibi olan sistem içinden katkıda bulunabiliriz. Yeni toplum, eskisinin dölyatağından ortaya çıkacaktır. Fred Magdoff ve ben, Monthly Review’in Mart 2010 sayısında yayınlanacak olan “Kapitalizme Dair Her Çevrecinin Bilmesi Gereken Şey” başlıklı makalemizde kapitalizm sorununu tartıştık. Tabii ki ayrıntılandırılması gereken temel nokta kapitalist rejimin kendini genişleten hücrelerden biri olduğudur. Kapitalizmin öz varlığı sürekli ekonomik büyümeye gerek duyar; daha açık bir söylemle, sermaye birikimine. Böylesine bir sistem, üretimi ve ekonomik gelişimi teşvik noktasında şüphesiz ki etkili olabilir. Ancak bu, son derece sömürücüdür ve sonunda kendi varlığının çevresel koşullarını yok etmeye sürüklenir. Tek gerçek toplumsal ve ekolojik çözüm, sermaye birikimi ya da ekonomik büyüme yerine sürdürülebilir insani kalkınmaya odaklanmış bir toplumdur. Kapitalizmi ekolojik yönden modernize etme konusunda yüzleştiğin ölçütler ne olursa olsun, sistem üretimin temel parçalarının sabit büyümesine gerek duymaktadır. Eğer özel ulaşım yerine toplu ulaşımı koyarsak, yenilenebilir enerji kaynaklarını gündeme getirirsek ve diğer kolektif yapıtaşlarını benimsersek, işte bu yardımcı olabilir. Ancak bunlar, sistemin birikim hedefiyle sınırlı olma eğilimindedir. Örneğin yenilenebilir kaynaklara güvenme önemlidir. Ancak bu, söz konusu kaynakları yenilenebilecekleri düzeyde kullanan bir sistem gerektirir. Sermaye, tüm bu sınırların ötesine geçer.
Bu, daha toplumsal, toptan ve kamusal çözümlerden vazgeçmemiz anlamına gelmez. Ancak sürekli olarak bu doğrultuda gitmemizin sistemin mantığına karşı ilerlememiz anlamına geldiğinin farkına varmamız gerekiyor, dolayısıyla bu radikal örgütü gerektirir. Bahsettiğimiz şey, kısmen kapitalizmin içinde başka bir çeşit toplumun altyapısını kurmayı denemektir. Sistemin sermaye birikimi dürtüsüne esasen çarpmadıkça aşağıdan gelen sürekli baskıyla bazı şeylere erişilebilir. Ancak sermaye birikiminin kendisi tehdit edilirse sermaye direnir ve küçük zaferler muhtemelen tersine döner. Tek cevap, sermayenin kabul etmeye hazır olduğu şeyi geri çekmektir; yani insani ve kolektif ihtiyaçları “serbest pazar” denilen şeyin dışında ilerletmek. Bu durumda, gerçek bir fark yaratmak adına bunu yeterince ileriye götürmek için, ekolojik ve toplumsal devrim ve başka tür bir topluma dönüşmekten bahsediyorsunuz.
En Lucha: Bazı toplumsal hareketler kapitalizmden kopuk bir yaşamın mümkün olduğuna inanıyorlar. Siz bunun mümkün olduğuna mı yoksa bunun sadece muhalifliğin atomizasyonuna yol gösterdiğine mi inanıyorsunuz?
JBF: Monthly Review’de uzun yıllar boyunca düzenli köşe yazıları yazan Amerikalı sosyalist Scott Nearing, öz yeterlilik ve toprağa dönüş hareketlerinin lideriydi. Şüphesiz sistemin ana mantığından ve etkilerinden (sistemin dışında yaşamanın bir türü) kendini soyutlamanın bu şekli pasif direnişin ( ki hala bir direniş formudur) bir formunu oluşturur. Adeta tarih boyunca baskıcı sistemlerle yüzleşen insanlık yurduna döndü ve kendi toprağını ekti. Bu, iyileştirmenin, yeniden toplanmanın vb. bir çeşidi olabilir. Bu genel kabul görmüş istikamette ilerleyenlerin birçoğu organik çiftçilik ve toplum destekli tarımı da kapsayan alternatif ziraat formlarına öncülük etti. Sistemin sayısız yarığının içerisinde bazen yeni bir toplumun gelişmesi için çok mühim alternatifler üreten böylesine hareketlerin gücünü hafife almamamız gerekmektedir. Ancak, yeni bir toplum yaratmak adına verilen mücadele beraberinde, üretimin mevcut ilişkilerine karşı direkt bir isyan olarak tanımlanabilecek aktif bir direniş ve politik bir organizasyon gerektirir. Bundan dolayı, geri çekilme süresince kazanılan yeni kuvvetler aktif bir direnişin bir parçası olmak zorundadır. Globalleşmiş kapitalist bir sistemde tam anlamıyla geri çekilme büyük ölçüde bir yanılsamadır. Nearing’in durmadan devam eden aktif bir direniş göstererek öz yeterlilikle bütünleşmesi ilginçtir. O, bunu her iki uçtan da çalıştırdı. Bugün direnişlerinde aktif olan insanlara ihtiyacımız vardır. Eğer onlar, bu hengameden kendilerini özgür bırakmanın çeşitli yollarıyla bunu birleştirebilirse, işte bu çok daha iyi!
“Büyümenin olmadığı kapitalizm oksimorondur”
En Lucha: Degrowth (sürdürülebilir kalkınma ve büyüme bozukluğu) hareketi kapitalizme karşı alternatif arayışında bireysel ve kolektif inisiyatifleri şiddetle savunmaktadır. Bunun hakkında sizin düşünceniz nedir? Kapitalist sistemin içinde global olarak nasıl küçülebiliriz?
JBF: Kapitalizmde global olarak küçülmek mi? Bunu gerçekleştiremeyiz. Kapitalizm tamamen sermaye birikimiyle alakalıdır. Gitgide artan global ölçekteki bir “yaşa ya da öl” sistemidir. Ekonomik büyüme, özellikle kâr artışı gerçekleşmediği zaman sistem şimdi olduğu gibi krize sürüklenir. Bunun sonucu olarak büyük çaplı işsizlikler meydana gelir. Özellikle Nisan 2008’de Paris’te açık seçik beyan edildiği gibi, “degrowth hareketi”ne dair söylenecek birçok iyi şey vardır. Ama bu, tüketimi azaltmak için özgür iradeci bir yaklaşımı temel alır ve 19. yüzyılda John Stuart Mill’in öngördüğü ve bir şekilde mevcut sistemin şartlarıyla eşdeğer özellik gösteren işlevsiz bir devlete sahip olabileceğiniz (yani ekonomik büyümenin olmadığı) gibi gerçekdışı bir varsayım üzerine kuruludur. Bu, kapitalizmin doğasına göre basitçe bir yanlış anlaşılmadan ibarettir. Joseph Schumpeter’in yazdığı üzere, büyümenin olmadığı kapitalizm oksimorondur (contradictio in adjecto). Yalnızca yeterli olana –daha fazlasına değil- odaklanmış yeni bir ekonomik yapıya ihtiyaç duyduğumuz tartışmasız bir gerçektir. Dünya düzeyinde ekonomik ölçekte toplam bir azalma, özellikle zengin ülkelerde, insanlığın gerçek koşullarını mülkçü-bireycilikten, mülksüz hümanist-kolektivizme taşıyarak geliştirmek suretiyle sürdürülebilir kişisel gelişimin ilerlemesine eşlik edebilirdi. Ancak bunu çaresizlik yerine mümkün kılmak için sosyalist bir ekonomiye gerek duyulacaktır.
En Lucha: Eğer kapitalizme alternatif, demokratik olarak planlanmış bir ekonomiyse, çevresel konuları kapsaması için nasıl bir şekilde yürütülmesi gerekir?
JBF: Sanıyorum ki bu noktada, Marx’ın Kapital’de yazdığı “geleceğin restoranları için yemek tarifleri” uyarısını anımsamamız gerekir. Sosyalist bir toplum için ortak çevre konularını da kapsayan bir taslak çıkarmaya çalışmak yanlış olurdu. Ancak, Monthly Review’in Ekim 2005 sayısında “Marx’ın komünist kavramsal yaklaşımlarından biri de sürdürülebilir insani kalkınmadır” diyen Paul Burkett’nin “Sürdürülebilir İnsani Kalkınmaya Marx’ın Bakışı” yazısında dahice gözler önüne serdiğini ve Marx’ın kendi çevrelerindeki değişimi düzenleyen özgür ortak üreticiler hakkındaki görüşünün ne olduğunu anlayabilmemizin yalnızca o koşullarda gerçeklik arz ettiğini düşünüyorum. Hugo Chavez, kendi tabiriyle “sosyalizmin temel üçgeni” diye tanımladığı bakımdan 21. yüzyılda sosyalizm için mücadeleyi tanımladı. Marx’tan türetilen bu görüşe göre sosyalizm, (1) toplumsal mülkiyet; (2) işçiler tarafından organize edilen toplumsal üretim; (3) komünal ihtiyaçların tatmininden oluşur. Direkt olarak Marx’tan türeyen benim görüşüme göreyse; “ekolojinin temek üçgeni”nden bahsedilebilir. Bu da; (1) doğanın toplumsal mülkiyeti yerine toplumsal kullanımı; (2) insan ve doğa arasındaki değişimin ortak üreticileri tarafından mantıksal düzenlemesi; (3) yalnızca şimdiki değil gelecek nesillerin de komünal ihtiyaçlarının tatmini olarak tanımlanabilir. Bütün bunlar, “Ekolojik Devrim” isimli kitabımın son bölümlerinde de varolmasının yanı sıra, önsöz bölümünün sonunda da detaylı olarak anlatılmaktadır.
En Lucha: Son olarak, neden son kitabınız “Ekolojik Devrim”i okumalıyız?
JBF: Ekolojik Devrim’in önsözünün açılış cümleleri şunu vurgulamaktadır: “Bu kitapta benim önceliğim, bizim, dünyayla insan ilişkilerinde bir dönüm noktasına eriştiğimizdir: bu ilişkinin geleceğine dair bütün umut, şimdi ya devrimci olduğu ya da bunun gerçek olmadığıdır.
Ekolojik Devrim’i okumak için bir neden de, gün gibi ortadadır ki; geleceğe doğru gidişatımızda insanlığı karşılayacak en büyük soru olan bu soruya yaklaşımımızın başlangıcıdır.
John Bellamy Foster: Monthly Review dergisi editörü, Oregon Üniversitesi Sosyoloji Profesörü, çevre sosyologu, Marksist teoriysen, yazar.
*Bu makale, https://goo.gl/su2J4N adresinde yayımlanmış ve https://goo.gl/fprHHYh tarafından çevrilmiştir.